ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 4 (2)
Volume: 4  Issue: 2 - 2017
RESEARCH ARTICLE
1.Positive effects of meal frequency and calorie restriction on antioxidant systems in rats
Hasan Basri Savas, Fatih Gultekin, İbrahim Metin Ciris
PMID: 28971167  PMCID: PMC5613257  doi: 10.14744/nci.2017.21548  Pages 109 - 116
GİRİŞ ve AMAÇ: Canlı organizmalarda oksidan ve antioksidan sistem denge içindedir. İç ve dış kaynaklarca sürekli oluşturulan reaktif ürünler antioksidan sistem tarafından zararsız hale dönüştürülür. Oksidatif stres birçok hastalık için risk faktörüdür. Bu çalışmada öğün sıklığı ve kalori kısıtlaması uygulamasının sıçan serum ve dokularında oksidan, antioksidan sisteme etkilerini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Pilot çalışma için 9 Wistar albino sıçan kullanıldı. 24 erişkin, 200-250 gr ağırlığında, erkek, Wistar albino sıçan ana çalışmaya dahil edildi. Sıçanlar beslenme düzenine göre üç gruba bölündü: Ad libitum (AL) (n=8), İki Öğün Grubu (İÖ)(n=8), İki Öğün ve Kalori Kısıtlaması grubu (İÖ-KK) (n=8). 4 hafta pilot çalışma ve 20 hafta ana çalışma olmak üzere her hafta 7 gün ve her öğün süresi olarak 60 dakika beslenme düzenlenmesi uygulandı. Deney sonunda serum ve dokular alındı. Yağ, beyin, çizgili kas ve karaciğer dokuları homojenize edildi. Total Oksidan Seviye (TOS) ve Total Antioksidan Seviye (TAS) düzeyleri Erel metoduna göre ölçüldü. Oksidatif Stres İndeksi formüle göre hesaplandı: OSI=TOS/TAS. Karaciğer dokusu histopatolojik olarak incelendi. İstatistik analiz SPSS paket programı kullanılarak yapıldı.
BULGULAR: Yağ doku TOS ve OSI seviyelerinde, AL grubu ile İÖ ve İÖ-KK grupları arasında ve karaciğer TAS yönünden AL ve İÖ grupları arasında anlamlı farklılık vardı (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kalori kısıtlaması ve daha az öğün sıklığı antioksidan kapasiteyi arttırabilir ve oksidatif stresi azaltabilir. Böylelikle oksidatif stres kaynaklı birçok hastalık beslenmenin doğru düzenlenmesi ile önlenebilir.
INTRODUCTION: In living organisms, oxidant and antioxidant systems are in a balance. Reactive products formed continuously by exogenous and endogenous sources are rendered harmless by the antioxidant system. Oxidative stress is an etiological factor in aging and development of various diseases. In the present study, we aimed to investigate the effects of meal frequency and calorie restriction on oxidant-antioxidant systems in rats’ serum and tissues.
METHODS: 9 adult male Wistar albino rats were used for pilot study. 24 adult male Wistar albino rats weighing 200-250 gr were included in the main study. Rats were divided into three groups based on nutrition; the ad libitum group (AL) (n=8), the two meal group (TM) (n=8) and the two meal and calorie restriction group (TM-CR) (n=8). The nutrition regulation was performed in all groups after 4 weeks of pilot study, for 20 weeks, 7 days a week, a total of 60 minutes a meal. Serum and tissues of rats were isolated at the end of experiment. Total antioxidant status (TAS) and total oxidant status (TOS) were determined through Erel method. Oxidative stress index was calculated using the formula (OSI) = TOS/TAS. Liver tissue was examined histopathologically. Statistical analyses were carried out using SPSS package program.
RESULTS: There were significant differences between AL and TM, AL and TM-CR in adipose tissue TOS and OSI, and between AL and TM in liver TAS of rats (p<0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Calorie restriction and the sparse meal frequency can increase the activity of antioxidants and can reduce oxidative stress. Thus, many diseases caused by oxidative stress can be prevented by correct regulation of feeding.

2.Orthorexia nervosa tendency among students of the department of nutrition and dietetics at a university in Istanbul
Betül Karakuş, Seyhan Hıdıroğlu, Neşe Keskin, Melda Karavuş
PMID: 28971168  PMCID: PMC5613258  doi: 10.14744/nci.2017.20082  Pages 117 - 123
GİRİŞ ve AMAÇ: Beslenme ve diyetetik bölümü öğrencilerinde Ortoreksiya Nervoza(ON) skorlarını belirlemek ve bazı özelliklerinin dağılımına göre ortorektik eğilimlerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel olarak tasarlanan çalışma; Mayıs-Haziran 2016 tarihlerinde İstanbul’da bir üniversitenin Beslenme ve Diyetetik bölümünde eğitim alan öğrencilerle gerçekleştirildi. Etik kurul onayı alındıktan sonra, 300 kişiden oluşan evrenin tamamına ulaşılmaya çalışıldı ve katılmayı kabul eden 208 kişi çalışmaya dahil edildi. Çalışma verisi; karakteristik özelliklerin sorgulandığı soru formu ve Türkçe geçerlik güvenilirlik çalışması yapılmış olan ORTO-11 Ölçeğiyle toplandı. ORTO-11 ölçeğinde düşük skorlar, ortorektik eğilimi göstermektedir. Verinin analizinde; Mann-Whitney U testi, Kruskal Wallis varyans analizi, ki-kare ve Fisher Exact testi kullanıldı ve istatistiksel anlamlılık düzeyi olarak p<0,05 kabul edildi.
BULGULAR: ON eğilimi, erkeklerde(p=0.050) ve ailesi ile birlikte kalanlarda(p=0.002) anlamlı olarak daha fazla bulundu. Katılımcılar; bulunduğu sınıfa, sigara içme durumuna, alkol kullanma durumuna, diyet yapma durumuna, destek gıda ürünü kullanma durumuna ve vücut kitle indeksine göre gruplandırıldığında, grupların ORTO-11 skor ortalamaları arasında anlamlı bir fark bulunamadı. Bireyin kendisinde ve ailesinde kronik hastalık varlığıyla ON eğilimi arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı
TARTIŞMA ve SONUÇ: Erkeklerde ve ailesinin yanında kalanlarda ON eğilimi daha fazla bulunmuştur. Cinsiyet grupları arasındaki farkın nedenlerine yönelik, bireylerin yeme tutumu, yeme davranışı ve kişilik özellikleriyle ilgili verinin eş zamanlı değerlendirilmesi konuya ışık tutacaktır. Aileyle kalma ve ON eğilimi arasındaki ilişkinin aydınlatılması adına niteliksel çalışmalar yapılmalı ve olası karıştırıcı faktörler tespit edilmelidir.
INTRODUCTION: To determine Orthorexia Nervosa (ON) scores and the orthorectic tendencies according to the distribution of some properties.
METHODS: This cross-sectional study was carried out between May-June 2016; among 208 students of nutrition and dietetics department at a university in Istanbul. Ethical approval was obtained from local committee before the investigation. Participants were applied a questionnaire form(about characteristics and ORTO-11 scale) filled in face to face. The study data were collected with the ORTO-11 Scale and a questionnaire included questiones for the characteristics. ORTO-11 Scale has been adapted to Turkish and low scores at ORTO-11 Scale indicates orthorectic tendency. Mann-Whitney U test, T-test, Kruskal Wallis and ANOVA test were used in independent groups. P <0.05 was accepted as statistical significance.
RESULTS: Orthorectic tendency was significantly higher in males(p=0.050) and students who live with family (p = 0.002). No significant difference at ORTHO-11 Score means were found between the groups when the participants were grouped by smoking, alchol consumption, chronic disease status, body mass index, diet, supportive product use.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The orthorectic tendency was higher in men and in students who live with family. The simultaneous assessment of the individual's eating habits, eating behavior, and personality characteristics will be shed light on the reasons for the differences between the gender groups. Qualitative studies should be carried out and possible confounding factors should be determined.

3.Evaluation of analgesic regimens in total knee arthroplasty, retrospective study
Serkan Tulgar, Onur Selvi, Özgür Şentürk, Talat Ercan Şerifsoy, Selim Şanel, Sertaç Meydaneri
PMID: 28971169  PMCID: PMC5613259  doi: 10.14744/nci.2017.88598  Pages 124 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Total diz protezi (TDP) operasyonu sonrası tercih edilen analjezik uygulamaların erken rehabilitasyon döneminde büyük önemi vardır ve multimodal yaklaşımlar tercih edilmelidir. Bu yöntemler arasında femoral sinir bloğu (FSB) öne çıkan bir seçenektir. Bu retrospektif çalışmada hastanemizde TDP analjezisi için uygulanan, FSB ve hasta kontrollü analjeziyi (HKA) de içeren multimodal analjezik yaklaşım yöntemlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: : 01.01.2016-31.12.2016 tarihleri arasında TDP sebebi ile opere edilen hastalardan 79 tanesi incelenmiş ve 63 dosya çalışmaya dahil edilmiştir. Hasta dosyasındaki HKA takip formlarındaki 0-2-4-6-9-12. saat VAS skorları, hemodinamik veriler incelenmiştir. Kullanılan analjezi protokolüne ek olarak FNB uygulanması ve Bupivakain konsantrasyonuna göre gruplandırıldığında; Grup 1: %0.25 Bupivakain ile FSB, Grup 2: %0.166 Bupivakain ile FNB, Grup 3: FSB uygulanmayanlar olarak belirlendi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 64.3±14.9 ve ortalama BMI 32.5±5.3 kg/m2 olarak bulunmuştur. Yaş, cinsiyet, ASA skoru ve BMI açısından gruplar arasında farklılık yoktu (p>0.05). 0-2-4-6-9-12. Saatlerde belirlenen VAS skorlarının değerlendirilmesinde; grup 1 ve 2 arasında tüm saatlerde farklılık olmadığı belirlendi (p>0.05). Grup 3 ile grup 1 ve 2nin ikili karşılaştırmalarında ise Grup 3de ölçülen tüm saatlerde VAS skorunun grup 1 ve 2 den yüksek olduğu belirlendi (p>0.05) Gruplar arasında ek analjezik yöntemlerin kullanımı açısından değerlendirildiğinde Grup 3’de ek analjezi kullanımının diğer gruplardan fazla olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: FSB diz cerrahisinde etkin ve güvenilir bir yöntemdir. Çalışmamızda; multimodal analjezi protokolünde uygulanan FSB’nin postoperatif ağrıyı ve ek analjezi ihtiyacını anlamlı şekilde azalttığını belirledik. FSB’nin %0.25’ten daha düşük bupivacaine konsantrasyonlarında da etkin analjezi sağladığını belirledik.
INTRODUCTION: Analgesic therapies have an immense role in early rehabilitation period after Total knee arthroplasty (TKA) and multimodal approaches should be considered as the first choice. In this retrospective study, we aimed to evaluate the effectiveness of multimodal analgesic therapies for TKA, including FNB and patient controlled analgesia (PCA).
METHODS: We retrospectively evaluated 79 patients who underwent TKA between January and December 2016. Sixty-three patients met inclusion criteria. Hemodynamic records and VAS scores for 0-2-4-6-9-12 hours were evaluated and patients were separated into three groups. Group 1: FNB with %0.25 bupivacaine, Group 2: FNB with %0.166 Bupivacaine, Group 3: No FNB.
RESULTS: Average age of patients was 64.3±14.9 years and average BMI was 32.5±5.3 kg/m2. There was not statistical difference between the age, gender, ASA scores, BMI and anaesthesia types for all groups (p<0.05). When VAS scores at 0-2-4-6-9-12 hours were compared, there was a statistically difference between group 1 and group 2 (p>0.05). When difference between groups 1-3 and groups 2-3 were compared, the difference was statistically significantly for VAS 0 (p>0.05). Additional analgesic use was highest in group 3.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study has shown that FNB significantly decreases postoperative pain intensity and additional analgesia requirements in patients undergoing TKA. A concentration of 0.166% bupivacaine is as effective as a concentration of 0.25% when used as part of multimodal analgesia regimen in TKA.

4.Comparison of RIVA and infraclavicular block in forearm and hand surgery
Zübeyir Sivrikaya, Güldem Turan, Reyhan Çetiner, Dilek Subaşı, Gülçin Öztürk, Asu Özgültekin, Osman Ekinci
PMID: 28971170  PMCID: PMC5613260  doi: 10.14744/nci.2017.89421  Pages 131 - 140
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı; ön kol ve el cerrahisinde sıklıkla uygulanan rejyonel intravenöz anestezi (RİVA) ile infraklavikular brakial blok tekniklerini karşılaştırmaktır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: 18-65 yaş arasında en az 30 dakika sürecek ön kol ve el cerrahisi geçiren 100 hasta çalışmaya dahil edildi. Grup 1’deki hastalara 3 mg/kg 40 ml prilokain ile RİVA uygulandı. Grup 2’deki hastalara Ultrasound (USG) eşliğinde infraklavikuler blok % 1 prilokain 20 ml olarak uygulandı. Bu iki metod uygulama zamanları, anestezik ve analjezik etkinlik açısından peroperatif ve postoperatif periyodlarda karşılaştırıldı.


BULGULAR: Grup 2’de 10. ve 15. dakikada orta ve tam duyusal blok oluşumu grup1’den daha fazla oranda gözlenmiştir. Modifiye Bromage skor seviyesinin 2’den düşük olma oranı grup 2’de grup 1’e göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Uygulama zamanı grup 1’de anlamlı olarak yüksek bulundu.


TARTIŞMA ve SONUÇ: USG eşliğinde infraklavikular blok uygulama zamanı ve kolaylığı açısından RİVA’dan daha iyi bulunmuştur.

INTRODUCTION: The aim of this study was to compare two techniques including regional intravenous anesthesia (RIVA) and infraclavicular brachial block that are widely used in upper extremity forearm wrist and hand surgery.
METHODS: 100 patients were included that were at age between 18-85 and decided to undergo forearm wrist and hand surgery for at least 30 minutes. RIVA was applied to group 1 by administration of 40 ml of prilocaine (3mg/kg) to patients. In addition, ultrasonography-guided infraclavicular block was performed by treating patients (group 2) with 20 mL of 1% prilocaine. These two methods were compared considering a number of aspects including application time of anesthesia and analgesic effectiveness of treatment in patients during administration of anesthesia, peroperative and postoperative period.
RESULTS: Rates of mild and complete sensory loss in group 2 at10th and 15th minutes were significantly higher than group 1. Ratio of scoring less than 2 levels by modified bromage grading system in group 2 was seen considerably greater than in group 1. Processing time was significantly longer in group 1 compared to group 2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We determined that infraclavicular brachial block is better than RIVA method regarding comparison of their duration of application and whether easy to apply.

5.Retrospective analysis of cases of intestinal invagination treated and followed-up at our clinic
Bora Barut, Hüseyin Yönder, Kemal Barış Sarıcı, Fatih Özdemir, Volkan İnce
PMID: 28971171  PMCID: PMC5613261  doi: 10.14744/nci.2017.19970  Pages 141 - 144
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı; invajinasyonların tanı, tedavi, klinik seyir ve sonuçlarına ait verilerimizi sunmaktır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2009- Temmuz 2015 tarihleri arasında, merkezimizde invajinasyon nedeniyle tedavi edilen onbir hasta, demografik verileri, etyolojik nedenler, invajinasyonun anatomik lokalizasyonu, hastaneye başvuru şikayeti, fizik muayene bulguları, tanıya yönelik görüntüleme yöntemleri, yapılan ameliyat, ameliyat sonrası gelişen komplikasyonlar ve hastanede kalış süreleri açısından retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Hastaların 9 (% 81,8)’u kadın, 2 (% 18,2)’si erkek idi. İnvajinasyonların 9 (% 81,8)’undan benign, 2 (% 18,2)’sinden ise malign patolojiler sorumlu idi. Bir (% 9) hastada jejuno-jejunal, 5 (% 45,5) hastada ileo-ileal ve 5 (% 45,5) hastada ileoçekal invajinasyon mevcuttu. Beş (% 45,5) hastaya sağ hemikolektomi- ileotransversostomi, 6 (% 54,5) hastaya segmenter ince bağırsak rezeksiyonu uç uca anastomoz yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Erişkinlerde nadir bir akut karın nedeni olan invajinasyon, farklı etyolojik nedenlere bağlı olarak, değişken klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Karın ağrısı, bulantı ve kusma en çok görülen semptomlardır. Ultrasonografi (USG) ile doğru tanı oranı % 30-35 iken, Bilgisayarlı Tomografi (BT)’ de bu oran % 50-80 arasındadır. Erişkinlerde temel tedavi cerrahidir. İnvajinasyonların bir kısmına malign patolojilerin sebep olduğu düşünülerek, cerrahi tedavide onkolojik prensiplere mutlaka uyulmalıdır. Erişkinlerde nadir bir akut karın ve/veya ileus nedeni olan invajinasyon, ayırıcı tanıda akılda tutulması gereken klinik bir durumdur.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to present our experience of diagnosis, treatment, clinical course and outcome in invagination.
METHODS: Eleven patients; treated due to invagination in ours center between June 2009-July 2015, analyzed retrospectively in terms of demographic data, etiologic factors, anatomical localization of invagination, complaints to the hospital, physical examination findings, diagnostic imaging modalities, postoperative complications and hospital stay.
RESULTS: Nine (% 81.8) of the patients were female and 2 (% 18.2) were male. Nine (% 81.8) of invagination cases occurred due to benign causes, two occurred due to malign causes. One (% 9) patient had jejuno-jejunal, 5 (% 45.5) ileo-ileal and 5 (% 45.5) had ileocecal invagination. Right hemicolectomy-ileotransversostomy was performed in 5 (% 45.5) patients, segmental small bowel resection end-to-end anastomosis was in 6 (% 54,5) patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Invagination, which is a rare cause of acute abdomen in adults, may be consisted of with variable clinical patterns due to different etiology. Abdominal pain, nausea and vomiting are the most common symptoms. The rate of accurate diagnosis is % 30-35 with Ultrasonography (USG) and 50-80 % in Computerized Tomography (CT). İn adults, the main treatment is surgery. Because of malignant pathologies are responsible for some of the invaginations, oncological principles should be strictly observed in surgical treatment. Invagination, a rare cause of acute abdomen and / or ileus in adults, is a clinical condition that must be kept in mind for differential diagnosis.

6.The use of monocyte to HDL ratio to predict postoperative atrial fibrillation after aortocoronary bypass graft surgery
Ahmet İlker Tekkeşin, Mert İlker Hayıroğlu, Regayip Zehir, Ceyhan Türkkan, Muhammed Keskin, Göksel Çinier, Ahmet Taha Alper
PMID: 28971172  PMCID: PMC5613262  doi: 10.14744/nci.2017.53315  Pages 145 - 150
GİRİŞ ve AMAÇ: Postoperatif atriyal fibrilasyon (POAF) aorto-koroner bypass grefti (AKBG) cerrahisi sonrasında sık görüken ve ciddi bir komplikasyondur ve malasef morbidite ve mortaliteyi artırır. Postoperatif inme, hemodinamik bozulma, renal yetersizlik, inotropic ilaç ve koroner yoğun bakım ihtiyacı POAF’ın neden olduğu komplikasyonlardandır. İnflamasyon ve oksidatif stress POAF patogenezine yol açan mekanizmalardandır.Monosit HDL oranı (M/H oranı) inflamasyon ve oksidatif streste yeni tanımlanmış bir parametredir. Bu çalışmada AKBG cerrahisi sonrasında POAF’ı tahmin etmede M/H oranınını rolünü araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda AKBG cerrahisi yapılmış toplam 311 hasta alındı. Kan örnekleri hastalardan AKBG cerrahi sabahında 12 saatlik açlık sonrasında rutin biyokimya ve lipid paneli olarak alındı.Hastalar hastane yatış süresi boyunca POAF ortaya çıkması açısından möniterize takip edildi.
BULGULAR: AKBG operasyonu yapılan 71 hastada POAF saptandı. M/H oranı POAF görülen gruptan görülmeyen gruba kıyasla anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.001). POAF görülen hastaların mediyan yaşı POAF görülmeyen hastalara kıyasla anlamlı olarak yüksekti. (62.0±10.1) Diğer atriyal fibrilasyon risk faktörlerinden hipertansiyon, diyabetes mellitus, sigara kullanımı, alkol kullanımı gruplar arasında eşitti. Potasyum seviyesi POAF görülen grupta görülmeyen gruba kıyasla istatistiksel olarak daha düşüktü (p=0.01)
TARTIŞMA ve SONUÇ: M/H oranı atriyal fibrilasyon patogenezinde önemli rol oynayan inflamasyon ve oksidatif stresin önemli bir belirtecidir. M/H oranı POAF görülen gruptan görülmeyen gruba kıyasla istatiksiksel olarak anlamlı saptanmıştır.
INTRODUCTION: Postoperative atrial fibrillation (POAF) is a frequent and serious complication after aorto-coronary bypass graft (ACBG) surgery which unfortunately increases morbidity and mortality. Postoperative stroke, hemodynamic instability, renal failure, infection, inotropic agent and coronary unit need are complications caused by POAF. Inflammation and oxidative stress are among several mechanisms contributing to the pathogenesis of POAF. Monocyte to HDL ratio (M/H ratio) is a newly defined parameter of both inflammation and oxidative stress. In this study we investigated M/H ratio in predicting POAF after ACBG surgery.
METHODS: Total number of 311 patients who underwent ACBG surgery were included in our study. Blood samples were obtained from the patients after 12 hours of fasting for analysis of routine biochemistry and lipid panel in the morning of ACBG surgery. Patients were monitored for the occurrence of POAF continuously through hospitalization.
RESULTS: POAF was demonstrated in 71 patients after ACBG operation. M/H ratio was significantly higher in POAF+ group compared to POAF – group (p< 0.001). Median age of POAF (+) patients is 62.0±10.1 which was significantly higher than POAF (-) patients. Other atrial fibrillation risk factors such as hypertension, diabetes mellitus, smoking or alcohol consumption were similar between groups. Potassium level was statistically lower in POAF+ group compared to POAF- group. (p= 0,01)
DISCUSSION AND CONCLUSION: M/H ratio is an indicator of inflammation and oxidative stress which both plays an important role in the pathogenesis of atrial fibrillation. M/H ratio was found be statistically higher in POAF + patients compared to POAF – patients.

7.A comparison of the effectiveness of amitriptilin and pregabalin treatment in fibromyalgia patients
Günseli Acet, Arzu Kaya, Semra Aktürk, Gürkan Akgöl
PMID: 28971173  PMCID: PMC5613263  doi: 10.14744/nci.2017.61687  Pages 151 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amitriptilin ile pregabalinin fibromyalji semptomları üzerindeki etkinliğinin karşılaştırması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 18 yaş ve üzeri, Amerikan Romatoloji Derneğinin (ACR) tanı kriterlerine uygun olarak fibromiyalji sendromu (FMS) tanısı konmuş nöropatik ağrı paterni ön planda olan 71 kadın hasta alındı. Hastalar 2 gruba ayrıldı. 36 hastaya 450 mg/gün pregabalin; 35 hastaya 25 mg/gün amitriptilin başlandı. Tedavi başlangıcında ve 12 hafta sonunda hastalar tekrar değerlendirildi. Çalışmaya katılan tüm hastalara Fibromyalji Etki Sorgulaması (FIQ), Yorgunluk Ciddiyet Skalası (FSS), Modifiye Yorgunluk Etki Skalası (MFIS), Hastane Anksiyete Depresyon Ölçeği (HADÖ), Nottingam Sağlık Profili (NHP), Mini Mental Test (MMDM) ve Leeds Nöropatik Semptom ve Bulgu Değerlendirilmesi (LANSS) uygulandı. Deneysel ağrı ölçümü için tüm hassas noktalardan (18 nokta) ve kontrol noktalarından (3 nokta) bir basınç algometresi ile basınç ağrı eşiği (BAE) ölçüldü.
BULGULAR: Yapılan değerlendirmelerin hepsinde tedavi sonrası iki grupta da anlamlı düzelme elde edildi (P<0,05). Tedavi sonrası yüzde değişimlerinde LANSS hariç gruplar arası anlamlı bir fark görülmedi (p>0,05). LANSS’ daki yüzde değişimi pregabalin grubunda amitriptiline göre daha fazla idi. Hassas nokta BAE ve total myaljik skor değerlerinde tedavi sonrası her iki grupta da anlamlı düzelme görüldü (p<0,05). Tedavi ile bu parametrelerin yüzde değişimleri amitriptilin grubunda pregabalin grubuna göre daha fazla idi (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ağrı, yorgunluk, uyku bozukluğu, disabilite, psikolojik değerlendirme ve kognitif fonksiyonlar üzerine her iki ilacın etkinliğinin birbirlerinden farklı olmadığı fakat deneysel olarak ölçülen ağrıda amitriptilinin, nöropatik ağrıda ise pregabalinin daha etkin olduğu gözlendi. Bu sonuçlara göre nöropatik şikayetleri ön planda olan FMS hastalarında pregabalinin öncelikli olarak tercih edilmesi önerilebilir.
INTRODUCTION: Compare effectiveness of amitriptyline and pregabalin on symptoms of fibromyalgia patients.
METHODS: 71 female patients aged ≥ 18 years were included in this study. The patients were divided into 2 groups. Pregabalin (n=36), and amitriptyline (n=35) were initiated at daily oral doses of 450 mg, and 25 mg, respectively for indicated number of patients. The patients were re-evaluated at the start of treatment and at the end of 12 weeks. Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ), Fatigue Severity Scale (FSS), Modified Fatigue Impact Scale. (MFIS), Hospital Anxiety Depression Scale (HAD), Nottingham Health Profile (NHP), Mini Mental State Test (MMST), and LANSS (Assessment of Neuropathic Symptoms and Signs) were applied on all study participants. For measurement of pain from all tender points were estimated using a pressure algometer.
RESULTS: Significant improvements were obtained in both groups after the treatment (p < 0.05). Percent change in LANSS was at a higher level in the pregabalin group when compared with the amitriptyline group. Tender point PPTs, and total myalgic scores improved significantly in both groups after treatment (p < 0.05). With treatment higher percent changes of these parameters were achieved in the amitriptyline group when compared with the pregabalin group (p < 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Effectiveness of both drugs on pain, fatigue, sleep disorder, disability, psychologic evaluation, and cognitive functions did not differ; however, on experimentally measured pain amitriptyline, and on neuropathic pain amitriptyline were more effective. According to these results, in FM patients who more prominently complain of neuropathic pain priorly preference of pregabalin can be recommended.

8.Investigation of celiac disease followed by immune thrombocytopenic purpura diagnosis in patients and comparison with literature
Hakan Sarbay, Halil Kocamaz, Mehmet Akın, Bayram Özhan
PMID: 28971174  PMCID: PMC5613264  doi: 10.14744/nci.2017.07279  Pages 160 - 164
GİRİŞ ve AMAÇ: Çölyak hastalığı (ÇH) ve İmmun trombositopenik purpura (İTP) benzer otoimmun mekanizmalar nedeniyle birlikte görülebilmektedir. Bu çalışmada İTP’li hastalarda ÇH sıklığının literatür ile birlikte değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Hematolojisi ve Onkolojisi Bilim Dalı’nda takip ve tedavileri devam eden İTP tanısı almış 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Çölyak antikorlarında pozitiflik saptanan hastalarda tanı biyopsi ile teyit edildi. Sonuçlar literatür ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların 13’ü (%44,8) kız, 16’sı (%55,2) erkekti. Ortalama yaş 7,2±4,7 saptandı. Hastaların başvuru anındaki trombosit sayısı ortalaması 13.440±11.110/mm3 (2.000-41.000) saptandı. Trombositopeni süresine göre yapılan sınıflamada hastaların 12’si (%41,4) akut İTP, 6’sı (%20,7) persistan İTP, 11’i (%37,9) kronik İTP idi. Hastaların birinde antikor pozitifliği saptandı. Biyopsi sonucunda histolojik değerlendirme ÇH ile uyumlu bulundu. Sonuçlar ÇH’nin toplumdaki prevelansını gösteren çalışmalarla karşılaştırıldığında anlamlı fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İTP tanısında her olguda ÇH hastalığı tetkiklerinin yapılması gerekmemekle birlikte özellikle gelişme geriliği ve malabsorbsiyon bulguları olan İTP’li hastalarda Çölyak hastalığının ayırıcı tanıda bulunması gereksiz tedavilerin önlenmesi açısından önemlidir.
INTRODUCTION: Celiac disease (CD) and Immune thrombocytopenic purpura (ITP) can be seen together because of the similar autoimmune mechanisms. In this study, it was aimed to evaluate the frequency of CD in ITP patients with the literature.
METHODS: Twenty nine patients with ITP in Pamukkale University Faculty of Medicine Hospital Pediatric Hematology and Oncology Department was included in the study. Antibodies related to Celiac disease were analysed in patients with ITP. Diagnosis was confirmed by biopsy in patients with positive celiac antibodies. The results were compared with the literature.
RESULTS: Thirteen patients (44.8%) were female and 16 (55.2%) were male. The mean age was 7.2±4.7. The mean platelet count at the time of admission was 13.440±11.110/mm3 (2.000-41.000). Twelve patients (41.4%) were acute ITP, 6 patients (20.7%) were persistent ITP and 11 patients (37.9%) were chronic ITP according to the duration of thrombocytopenia. Antibody positivity was detected in one of the patients. Histological evaluation was compatible with celiac disease. Results were compared with studies showing prevalence of celiac disease in the population. No significant difference was found.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although it is not necessary to perform CD tests in every case with ITP, the presence of differential diagnosis of Celiac disease is important for preventing unnecessary treatment especially in patients with ITP who show growth retardation and malabsortion findings.

9.Determination of health workers’ level of knowledge about blood transfusion
Ayşegül Beyazpınar Kavaklıoğlu, Selma Dağcı, Besey Ören
PMID: 28971175  PMCID: PMC5613265  doi: 10.14744/nci.2017.41275  Pages 165 - 172
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, sağlık çalışanlarının kan transfüzyonuna yönelik bilgi düzeylerini saptamak amacıyla gerçekleştirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 01.10.2015 – 02.11.2015 tarihleri arasında bir eğitim ve araştırma hastanesinde görev yapmakta olan 100 sağlık personeli ile gerçekleştirildi. Verilerin toplanmasında literatür bilgileri ışığında araştırmacılar tarafından oluşturulan 19 soruluk form kullanıldı. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistiksel metodların (frekans) yanısıra niteliksel verilerin karşılaştırılmasında Fisher’s Exact Ki-Kare testi ve Continuity (Yates) Düzeltmesi kullanıldı ve anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya katılanların %52’si 29 ve altı yaş aralığında, %94’ü kadın, %71’i hemşire ve %42’si bulunduğu kurumda 2-5 yıldır çalışmakta idi. Çalışmaya katılanların %79’unun kan ve kan ürünü transfüzyonunu ile ilgili eğitim aldığı, %86’sı kan hacmini sağlamak amacıyla transfüzyon yapıldığını, %95’i kan istemini hekimin gerçekleştirdiğini ve %97’si transfüzyon için hastadan onam alınması gerektiğini belirtti. Katılımcıların %78’i cross-match uygulamasını alıcı-verici ABO uygunluğunun son kontrolü olarak tanımladı. Çalışanların %98’i kan torba bütünlüğünün bozulmuş olması ve üzerindeki bilgilerin okunamaması durumunda; %90’ı kan renginin bulanık veya köpüklü olması durumunda kanı iade edeceğini; %96’sı ateş ve şok durumunda kan transfüzyona bağlı reaksiyon düşüneceğini bildirdi. Çalışanların %91’i hastanın kimlik bilekliği ve kan ürünü ile ilgili doğrulamaların yapılması gerekliliğini; %85’i kanın içine başka herhangi bir ilaç konmaması gerektiğini belirtti. Çalışmaya katılanların %88’i kan ve kan ürünleri ile ilgili transfüzyon eğitiminin sürekli olması gerektiğini bildirdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmadan elde edilen sonuçlar doğrultusunda; sağlık çalışanlarının kan transfüzyonuna yönelik bilgi düzeylerinin yeterli olduğunun saptanmasıyla birlikte, standardizasyonun olmadığı belirlendi. Bu doğrultuda kan transfüzyonu uygulamalarına ilişkin çalışmalarının yapılması, hasta güvenliği ve tıbbi hatalara yönelik hizmet içi eğitimlerin daha sık yapılması önerilebilir.
INTRODUCTION: This study was conducted to determine the level of knowledge according to transfusion in the blood of health workers.
METHODS: The study was conducted with 100 health personnel working in a training and research hospital between 01.10.2015 - 02.11.2015. Questionnaire consisting of 19 questions in the light of the literature on the collection of data in the study. Fisher's exact Chi-square test and continuity (Yates) correction was used and the significance was assessed at p <0.05.
RESULTS: 52% of the participants were working at 29 and 6 years of age, 94% were women, 71% were nurses and 42% were in institutions for 2-5 years. Of the participants, 79% were trained in blood and blood product transfusion, 86% were transfused with blood volume, 95% had requested blood, and 97% had to be hospitalized for transfusion. 78% of respondents identified the cross-match by the final control of transceiver ABO compliance. 98% of employees are deteriorated in blood bag integrity and the road time cannot be read; 90% will return the blood if the blood basin is cloudy or foamy; 96% reported that in the event of fever and shock, the blood would consider the reaction due to transfusion. 91% of employees have risen or need confirmation of the patient's identity bracelet and blood products; 85% stated that no other medication should be put into the blood. Eighty-eight percent of those participating in the study reported that transfusion training for blood and blood products should be continuous.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In line with the results obtained in the research; Implementation of standardization studies for blood transfusion, more frequent in-service training for patient safety and medical malpractice.

10.Does antiaggregant administration lead to early diagnosis in proximal colon cancer?
Ulaş Aday, Ebubekir Gündeş, Hüseyin Çiyiltepe, Durmuş Ali Çetin, Kamuran Cumhur Değer, Selçuk Gülmez, Aziz Serkan Senger, Emre Bozdağ
PMID: 28971176  PMCID: PMC5613266  doi: 10.14744/nci.2017.80148  Pages 173 - 179
GİRİŞ ve AMAÇ: Proksimal kolon lokalizasyonlu kanserler demir eksikliği anemisi ve non spesifik semptomlar ile sıklıkla ileri evrede tanı almaktadır. Aspirin ve clopidogrel, farklı klinik durumlar için sık kullanılan antiagregan ilaçlardır. Bu çalışmadaki amaç; antiagregan ilaç kullanımının proksimal kolon kanserinde erken evre tanı üzerine etkisinin araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde, 1 Ocak 2013-31 Temmuz 2016 tarihleri arasında küratif amaçlı opere edilen proksimal (transvers, hepatik flexura, ascending kolon ve çekum) kolon kanserli hastalar retrospektif olarak incelendi.Antiagregan ilaç kullanan ve kullanmayan hastalara ait klinik ve patolojik sonuçlar karşılaştırıldı.
BULGULAR: Belirtilen tarihler arasında, 246 kolorektal kanserli hastaya küratif amaçlı cerrahi yapıldı. Çalışmaya alınan 67 proksimal kolon kanserli hastanın 27 si (%40.2) antiagregan kullanmaktaydı. Antiagregan alan grubun yaş ortalaması 67.1 (34-88), antiagregan almayan grubun 58.3 (34-83) olup istatistiksel olarak anlamlı saptandı (p=0.03). Kanama ile ilişkili semptomlar her iki grupta da en sık kolonoskopi istem nedeni olup, antiagregan alan grubun 18 inde (%66.7), almayan grubun 19 unda (%47.5) mevcuttu. Patolojik değerlendirmede; anti agregan ilaç kullanan grubun % 74.1’i erken evre (Evre I/II: 7/13), antiagregan kullanmayan grubun ise % 42.5’i erken evre ( Evre I/II: 2/15) olup istatiksel olarak anlamlı saptandı (p= 0.011). Pozitif lenf nodu sayısı ilaç kullanan ve kullanmayan grupta sırasıyla ortalama; 0.55 (0-7) ve 1.95 (0-23) olup istatiksel olarak anlamlı saptandı (p=0.006).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Antiagregan ilaç kullanımının proksimal kolon kanserinde erken evre tanı üzerine olumlu etkisi vardır. Farklı klinik durumlar nedeniyle, aspirin veya clopidogrel kullanan hastalarda, sindirim sistemi kanamasına ait bulgu veya yeni gelişen anemi varlığında tam bir kolonoskopik değerlendirme yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Cancers of the proximal colon are often diagnosed in advanced stages with iron deficiency anaemia and nonspecific symptoms. Aspirin and clopidogrel are commonly used antiaggregant agents for various clinical conditions. The aim of this study was to investigate the effects of antiaggregant medication on the early diagnosis of proximal colon cancer.
METHODS: We retrospectively reviewed the cases of colon cancer patients who had received curative surgical procedures in our clinic between 1 January 2013 and 31 July 2016. The clinical and pathological results of patients who had used antiaggregant drugs were compared to those who had not.
RESULTS: During the studied period, 246 colorectal cancer patients underwent curative surgical procedures. Of the 67 patients with proximal colon cancer who were included in the study, 27 (40.3%) were on antiaggregant medication. The mean age of the antiaggregant group was 67.1 year (34–88 years), while it was 58.3 (34–83 years) for the non-antiaggregant group; the difference between the two was statistically significant (p = 0.03). A pathological evaluation revealed that 74.1% of the antiaggregant group were in the early stages (Stage I/II: 7/13), while 42.5% of the non-antiaggregant group were in the early stages (Stage I–II: 2/15); the difference was statistically significant (p=0.011).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Antiaggregant medication has a positive effect on diagnosing proximal colon cancer at early-stages. Patients using aspirin or clopidogrel should undergo a complete colonoscopic evaluation in the presence of gastrointestinal tract bleeding or newly developed anaemia.

CASE REPORT
11.Ultrasound therapy in iliopsoas hematoma
Başak Bilir Kaya, Afitap İçağasıoğlu
PMID: 28971177  PMCID: PMC5613267  doi: 10.14744/nci.2016.73644  Pages 180 - 184
Warfarin, ciddi kanama problemleri gibi tedavinin sonlandırılmasını gerektiren hayati komplikasyonlara neden olabilen, sık kullanılan bir antikoagülandır. Son yıllarda warfarin tedavisinin yaygınlaşması sonucu hemorajik komplikasyonlar daha sık görülmektedir. Hemodinamik olarak stabil olan hastalarda ultrason tedavisi gibi konservatif tedaviler denenebilir. Ultrason tedavisi musküloskeletal hastalıklarda çok sık kullanılan bir modalitedir, ancak hemorajik komplikasyonlar üzerine etkisiyle ilgili yeterli sayıda çalışma yoktur. 6,5 yıldır warfarin kullanan 77 yaşında erkek hasta, ciddi uyluk ağrısı, uyluk anterolateralinde his kaybı ve patella refleksinde azalma ile polikliniğimize başvurdu. Ultrasonografik görüntülemede iliopsoas hematomuna rastlandı. Fizik tedavi modalitesi olarak ultrason tedavisi verildi ve hastanın hematomu beklenenden daha kısa sürede rezorbe oldu. Klinik olarak gözlenen ağrı, meralgia parestetika ve patellar refleks azalması tamamen düzeldi.
Warfarin is an anticoagulant agent which is used frequently. One of its complications is life threatening bleeding which may lead to the termination of the therapy. Due to the widespread use of this therapy during the past few years, the incidences of its hemorrhagic complications have also increased significantly. In hemodynamically stable patients, it is possible to adopt conservative treatment strategies such as ultrasound (US) therapy. US is a physical therapy modality which is used widely in musculoskeletal disorders but there is little evidence about its effectiveness in hemorrhagic complications because of the limited amount of studies on this subject. A 77-year-old male who had been under oral anticoagulant therapy for 6.5 years applied to our clinic with complaint of severe thigh pain and numbness of anterolateral thigh. Ultrasonographic evaluation showed iliopsoas hematoma. US treatment, administered as a physical therapy modality, resulted in a faster resorption of the hematoma than expected. The patient fully recovered from clinically observed pain, meralgia paresthetica and reduced patellar reflex.

12.Giant arachnoid granulation mimicking dural sinus thrombosis
Ercan Ayaz, Başak Atalay, Begümhan Baysal, Senem Şentürk, Ahmet Aslan
PMID: 28971178  PMCID: PMC5613268  doi: 10.14744/nci.2017.93063  Pages 185 - 187
Araknoid granülasyonlar; yoğun kollajen içeren bağ doku içerisinde kümelenmiş araknoid hücre kümelerinden oluşmaktadır. Beyin omurilik sıvısının venöz sisteme drene olduğu alanlardan dural sinüslere invajine olurlar. En sık subdural yüzeyel venlerin transvers sinüse girdikleri orta ve lateral 1/3’lük kesimlerin bileşkesinde görülürler.
Biz burada tekrarlayan baş ağrısı şikayetleriyle kliniğimize başvuran hastayı sunuyoruz. Hastanın çekilen manyetik rezonans (MR) görüntülemesinde uzun aksı 3.5 cm’ye ulaşan ve conluens sinuum’dan superior sagital sinüse uzanan lezyon mevcuttu. Lezyonun komşu kemikte deniz kabuğu şeklinde erozyona neden olduğu görüldü. Trombozu dışlamak için yapılan MR venografi sonucunda lezyon çevresinde venöz akımın korunduğu saptandı.
Dev araknoid granülasyonlar görüntüleme işlemlerinde yanlışlıkla trombüs lehine yorumlanabilir. Lezyonların ayrımında MR görüntüleme ve MR venografi en kullanışlı yöntemlerdir.
Arachnoid granulations are composed of dense collageneous connective that include clusters of arachnoid cells. They tend to invaginated into the dural sinuses through which cerebrospinal fluid enters the venous system. Arachnoid granulations are most commonly seen at the junction between the middle and lateral thirds of the transverse sinuses near the entry sites of the superficial veins.
Herein we present twenty one years old female that applied our clinic with recurrent headaches. Magnetic resonance (MR) imaging findings of showed 3.5 cm sized lesion which extended from confluence sinuum through the superior sagittal sinus. The lesion made scallop shaped erosion in the neighboring occipital bone. To exclude sinus thrombosis MR venography was performed and displayed maintained venous flow around the lesion. The headaches were treated symptomatically with medical therapy.
Giant arachnoid granulations can be misdiagnose as dural sinus thrombosis. MR imaging combined with the MR venography, is the most useful diagnostic tool to differentiate the giant AG from the dural sinus thrombosis.

13.A rare cause of respiratory distress and edema in neonate: Panhypopituitarism
Fatma Dursun, Heves Kırmızıbekmez, Fazilet Metin
PMID: 28971179  PMCID: PMC5613269  doi: 10.14744/nci.2016.47450  Pages 188 - 191
Yenidoğan döneminde hipopituitarizm çok farklı klinikle belirti verebilir. Belirtiler çok hafif olabileceği gibi, hayatı tehdit edecek kadar ciddi olabilir. Burada açıklanmayan solunum sıkıntısı olan bir yenidoğanda hipopituitarizm tanısı koyulan bir vaka sunulmuştur. Hidrokortizon ve L-tiroksin tedavisinden sonra solunum sıkıntısı düzeldi.
Clinical presentation of hypopituitarism may be variable in the neonate. Symptoms are generally non-specific, ranging from absent to severe, and even life-threatening due to adrenocorticotrophic hormone deficiency. We report a neonate who presented with unexplained respiratory distress and edema. Initial screening revealed panhypopituitarism. Respiratory distress improved after the replacement treatment with hydrocortisone and thyroxine.

14.An infrequent case of intussusception caused by gastrointestinal stromal tumor in an adult patient
Mehmet Mahir Fersahoğlu, Ayşe Tuba Fersahoğlu, Nuriye Esen Bulut, Burcu Seher Anıl Narin, Sinan Tezer
PMID: 28971180  PMCID: PMC5613270  doi: 10.14744/nci.2015.53825  Pages 192 - 194
İntususepsiyon, gastrointestinal sistemin herhangi bir noktasında görülebilir. Erişkinde oldukça nadir rastlanan bu durumun çocukluk çağının aksine etiyolojisinde genellikle bir sebep bulunmuştur ve yarıdan fazla vakada sebep malignite kaynaklıdır. İnterstisyel Cajal hücrelerinden köken alan gastrointestinal stromal tümörler mezenkim kaynaklı olup, en sık mide ve ince bağırsak lokalizasyonludurlar. Bu tümörlerin, bağırsak lümeni dışına büyüme eğilimleri daha fazla olduğundan kanama ya da tıkayıcı semptomlar oluşturmalarına çok ender rastlanır. Biz bu nadir görülen vakada 64 yaşında kronik ince bağırsak obstrüksiyonu olup, yapılan eksplorasyonda ileo-ileal intususepsiyonun görüldüğü ve histolojik olarak da GIST tanısı almış bir hastayı sunuyoruz.
Intussusceptions may occur at any point along gastrointestinal tract (GIT). Unlike its idiopathic childhood counterpart it is infrequent during adult life and a definitive cause is usual, almost half of the cases develop with malignancy. Gastrointestinal stromal tumors derive from interstitial Cajal cells of the GIT. They are more frequent in the stomach and small intestines and frequently grow extraluminally, making it nadir to cause an obstruction or bleeding. We present an infrequent ileo-ileal intussusception due to GIT stromal tumor.

15.Coexistence of eruptive syringoma and bilateral nipple vitiligo: Could there be a common immunopathogenesis?
Şirin Yaşar, Nurhan Döner, Pembegül Güneş
PMID: 28971181  PMCID: PMC5613271  doi: 10.14744/nci.2016.51523  Pages 195 - 198
Eruptif siringoma, nadir görülen, gövde ön yüzünde yerleşim gösteren, peripubertal dönemde ortaya çıkan, küçük, deri renginde papüllerle karakterizedir. Lezyonlar benigndir ve tedavi yöntemleri genellikle başarısızdır. Son incelemeler eruptif siringomanın patogenezinde akrosiringiumu hedefleyen reaktif proliferasyondan çok otoimmün yanıtın rol aldığı yönündedir. Otoimmünite lehine diabetes mellitus, alopesi areata ve siringom eşliktelikleri literatürde bildirilmiş olmasına rağmen erüptif siringoma ve vitiligo eşlikteliği bugüne dek bildirilmemiştir.
Burada 29 yaşında bilateral meme başı vitiligo ve eruptif siringoma tanısı alan kadın olgu sunulmaktadır.
Eruptive syringoma is characterized by skin-colored, small papules that are very rarely seen. The lesions are benign; treatment is often unsuccessful. Recent investigations have suggested the role of autoimmune response rather than reactive proliferation for acrosyringium in the pathogenesis of eruptive syringoma. Although the association of syringoma with diabetes mellitus, alopecia areata in support of autoimmunity has been reported in the literature, there has been no report on coexistence of eruptive syringoma with vitiligo so far.

Herein, we present a 29-year old female with bilateral nipple vitiligo and eruptive syringoma.

16.Acute gastric dilatation due to binge eating may be fatal
Oğuzhan Dinçel, Mustafa Göksu
PMID: 28971182  PMCID: PMC5613272  doi: 10.14744/nci.2016.72677  Pages 199 - 202
Akut gastrik dilatasyonun ilk tarifi Duplay tarafından1833 yılında bildirilmiştir. Mide zengin bir kan dolaşımına sahip olduğundan, nekroz ve perforasyon nadir görülür. Klinik vakaların% 90'dan fazlasında kusma şikayetleri vardır. Tanı ve etyolojiyi ortaya koymada en yararlı metod bilgisayarlı tomografidir. Medikal tedavi, nekroz ve peritonit bulguları olmayan olgularda uygundur. Cerrahi tedavide gecikmeler mortalite riskini artırabilir. Bu çalışmada, akut mide dilatasyonu nedeniyle mide perforasyonu tanısı konan 24 yaşındaki kadın hasta sunuldu.
Acute gastric dilatation was first described by Duplay in 1833. Since the stomach has rich blood circulation, necrosis and perforation due to dilatation are rarely seen. Clinically, more than 90% of cases have complaints of vomiting. The most useful method to determine diagnosis and etiology is computerized tomography (CT). Medical treatment is suitable for cases that have no necrosis or peritonitis findings. Delay in surgical treatment increases the risk of mortality. The present case is that of a diagnosis of gastric perforation due to acute gastric dilatation in a 24-year-old female patient.

ORIGINAL IMAGES
17.A rare involvement in Behcet’s Disease: Carotid artery aneurysm
Hamit Serdar Başbuğ, Yalçın Günerhan, Hakan Göçer, Kanat Özışık
doi: 10.14744/nci.2017.97658  Pages 203 - 204
Behçet hastalığı, tekrarlayan oral aft ülserleriyle ve eşlik eden çeşitli sistemik patolojilerle karakterize enflamatuar bir hastalıktır. Bu ilave patolojiler, oküler ve nörolojik hastalıklar, genital ülserler, cilt lezyonları, artrit ve vasküler tutulumu kapsamaktadır. Bir enflamatuar hastalık olup klinik tezahürü çoğunlukla vasküler tutuluma bağlıdır. Behçet hastalığı, dolaşımın hem arteriyel hem de venöz tarafında her ölçüdeki kan damarını etkileyebilme yeteneği ile öne çıkmaktadır. Behçet vaskülitleri sıklıkla venöz sistemde görülmekle beraber arteriyel hastalıkla da karşılaşılmaktadır. Büyük arterler arasında pulmoner arter, aort ve dalları ağırlıklı olarak etkilenirler. Karotid arter tutulumu nadir olarak görülür. Bu yazıda, karotid arter anevrizması ile başvuran bir Behçet hastası sunulmaktadır.
Behçet’s disease is an inflammatory disease characterized by recurrent oral aphthous ulcers and various accompanying systemic pathologies. These additional pathologies include ocular and neurologic disease, genital ulcers, skin lesions, arthritis and vascular involvement. It is an inflammatory disease and most of the clinical manifestations are due to vasculitides. Behçet’s disease is remarkable for its ability to affect blood vessels of all sizes of both venous and arterial sides of the circulation. Behçet’s vasculitides are mostly seen in the venous system but the arterial disease may also be encountered. Among the large arteries, pulmonary artery, aorta and its branches are predominantly involved. Carotid artery involvement is rarely seen. In this article, a Behçet’s patient referred with a carotid artery aneurysm is presented.

LookUs & Online Makale