ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 4 (1)
Volume: 4  Issue: 1 - 2017
INVITED EDITORIAL
1.Integrating personalized genomics into Turkish healthcare system: A cancer-oriented pilot activity of Istanbul Northern Anatolian Public Hospitals with GLAB
Levent Doganay, Kamil Ozdil, Kemal Memisoglu, Seyma Katrinli, Emre Karakoc, Emrah Nikerel, Gizem Dinler Doganay
PMID: 28752136  PMCID: PMC5530150  doi: 10.14744/nci.2017.38980  Pages 1 - 3
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Echocardiographic epicardial fat thickness measurement: A new screening test for subclinic atherosclerosis in patients with inflammatory bowel diseases
Kamil Özdil, Zuhal Çalışkan, Nurşen Keleş, Oğuzhan Öztürk, Ahmet Selami Tekin, Resul Kahraman, Levent Doğanay, Kenan Demircioğlu, Yusuf Yılmaz, Mustafa Çalışkan
PMID: 28752137  PMCID: PMC5530156  doi: 10.14744/nci.2017.74508  Pages 4 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: İnflamatuvar Barsak Hastalıkları birkaç kronik inflamatuvar hastalığı içerir. İnflamatuvar süreçler aterosklerozun tüm evrelerinde rol oynar. Artmış karotis intima - media kalınlığı ve yüksek duyarlıklı C- reaktif protein erken aterosklerozun belirteçlerindendir. Epikardiyal yağ kalınlığı aterosklerozun hem oluşumuyla hem de ilerlemesiyle güçlü olarak ilişkili bulunmuştur. Son çalışmalar; inflamatuvar barsak hastalarında karotis intima - media kalınlığı ve yüksek duyarlıklı C- reaktif proteinin ateroskleroz riskiyle ilişkili olduğunu gösterdi. Ancak epikardiyal yağ kalınlığının inflamatuvar barsak hastaları ile normal populasyanda karşılaştırılması ile ilgili bir data yok. Bu çalışma normal popülasyona göre inflamatuvar barsak hastalarının artmış epikardiyal yağ kalınlığı ile birlikte artmış karotis intima - media kalınlığı ve yüksek duyarlıklı C- reaktif protein düzeylerine sahip olup olmadıklarını araştırmak üzere dizayn edildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 110 inflamatuvar barsak hastası ile 105 sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Epikardiyal yağ kalınlığı transtorasik ekokardiyografi ile değerlendirildi. Karotis intima - media kalınlığı lineer problu ultrason cihazıyla ölçüldü. Yüksek duyarlıklı C- reaktif proteinin plazma düzeyleri yüksek duyarlıklı bir ELİSA sandviç tekniği ile ölçüldü.
BULGULAR: İnflamatuvar barsak hastalarının yüksek duyarlıklı C- reaktif proteinin plazma düzeyleri ve karotis intima - media kalınlıkları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti; inflamatuvar barsak hastalarının epikardiyal yağ kalınlıkları da kontrol grubuna göre anlamlı derecede artmıştı (0.54 ± 0.13 v.s.0.49 ± 0.09,p= 0.002).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnflamatuvar barsak hastalarında ekokardiyografik epikardiyal yağ kalınlığı ölçümleri normal populasyona göre artmış olarak bulundu ve bu bulgu inflamatuvar barsak hastalarında artmış ateroskleroz riski ile ilişkili olabilir.
INTRODUCTION: Inflammatory bowel diseases (IBD) consist of a number of chronic inflammatory diseases. Inflammatory process is known to be involved in all stages of atherosclerosis. Early atherosclerosis is reflected by increased levels of carotid artery intima media thickness (c-IMT) and high-sensitivity C-reactive protein (hs-CRP). Epicardial fat thickness (EFT) strongly influences both the formation and progression of atherosclerosis. Recent studies have demonstrated a relationship between c-IMT and hs-CRP levels and the risk of atherosclerosis in patients with IBD. However, no study has yet compared EFT between patients with IBD and the general healthy population. Hence, this study was designed to further evaluate whether patients with IBD have higher EFT values with increased c-IMT and hs-CRP levels compared to those in the healthy population.
METHODS: A total of 110 patients with IBD and 105 healthy volunteers were enrolled into this study. EFT was evaluated by transthoracic echocardiography. c-IMT levels were measured using an ultrasound scanner with a linear probe. The plasma levels of hs-CRP were measured using a highly sensitive sandwich ELISA technique.
RESULTS: The hs-CRP and c-IMT levels of patients with IBD were significantly higher than those of the control group. The EFT values of patients with IBD were significantly higher than those of the control group (0.54±0.13 vs. 0.49±0.09, p=0.002).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Echocardiographic EFT measurements of patients with IBD were significantly higher than those of the normal population, which may be associated with an increased subclinical atherosclerosis risk in these patients.

3.Is duodenal biopsy appropriate in areas endemic for Helicobacter pylori?
Abdurrahman Sahin, Gulcin Cihangiroglu, Yilmaz Bilgic, Turan Calhan, Mustafa Cengiz
PMID: 28752138  PMCID: PMC5530152  doi: 10.14744/nci.2017.85520  Pages 13 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Duodenal biyopsi örneklemesinin primer amacı Çölyak Hastalığı tanısı koymaktır. Helicobacter pylori (H. pylori) ve ilaca bağlı duodenal hasar duodenitin sık karşılaşılan nedenleridir. Bu retrospektif çalışmada H. pylori ve ilaçların duodenal mukoza üzerine olan etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Şubat 2014 ile Aralık 2014 arasında Üst Gastrointestinal Sistem Endoskopisi (ÜGİE) yapılan hastaların duodenal biyopsi örnekleri retrospektif olarak incelendi. Klinik semptomlar, istem nedenleri, endoskopik bulgular, H. pylori durumu ve ilaç öyküsü not edildi. Duodenal biyopsi bulguları, H. pylori varlığı ve ilaç öyküsüne göre karşılaştırıldı.
BULGULAR: ÜGİE yapılan 2389 hastanın 206’sının duodenal biyopsi örneklemesi mevcuttu. Sekiz hasta (%3,9) Çölyak hastalığı tanısı aldı. Çölyak hastalığı olanlar dışlandıktan sonra yapılan incelemede, 198 hastanın 76’sında (%36,9) histopatolojik anormallik mevcuttu., H. pylori 95 hastada (%47,9) bulundu. İlaç kullanımı daha az sıklıktaydı (%42). Histopatolojik olarak duodeniti olan olguların %45’i, H. pylori ile enfekte olan bireylerdi. Duodenit oranı, H. pylori (+) grupta, H. pylori (-) gruptan yüksekti ( %45’e karşı %27,1; OR 2,4; %95 CI, 1,3–4,4; p=0,005). Histopatolojik duodenit yönünden ilaç kullanımına göre gruplar arasında fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Helicobacter pylori prevalansı yüksek bölgelerde, H. pylori duodenitin önemli bir nedenidir. Çölyak hastalığı şüphesi olan hastalarda, duodenal biyopsi örneklemesinden önce serolojik testlerle değerlendirmek daha uygun olabilir.
INTRODUCTION: The primary reason for obtaining duodenal biopsy sample is to diagnose celiac disease. Helicobacter pylori (H. pylori) and drug injury are common causes of duodenitis. The aim of this retrospective study was to explore effects of H. pylori and drugs on duodenal mucosa.
METHODS: Duodenal biopsy samples of patients who underwent upper gastrointestinal endoscopy (UGIE) between February 2014 and December 2014 were retrospectively examined. Clinical symptoms, referral indications, endoscopic findings, H. pylori status, and drug history were recorded. Duodenal biopsy findings were compared based on presence of H. pylori and drug history.
RESULTS: Of 2389 patients who underwent UGIE, 206 had duodenal biopsy. Eight patients (3.9%) were diagnosed with celiac disease. After excluding cases with celiac disease, 76 patients of remaining 198 patients (36.9%) had duodenal histopathological abnormality. H. pylori was found in 95 (47.9%) patients. Drug usage was less common (42%). Of patients who had histopathological duodenitis, 59% were H. pylori-infected. Rate of duodenitis was higher in H. pylori (+) group than in H. pylori (-) group (45% vs 27.1%; odds ratio, 2.4; 95% confidence interval, 1.3–4.4; p=0.005). There was no difference between groups regarding drug use in terms of histopathological duodenitis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: H. pylori is the major contributor to duodenitis in high prevalence regions. Serological testing may be more appropriate before performing duodenal biopsy in patients with suspected celiac disease.

4.Association between serum vitamin B12 level and frailty in older adults
Özge Dokuzlar, Pınar Soysal, Ahmet Turan Işık
PMID: 28752139  PMCID: PMC5530153  doi: 10.14744/nci.2017.82787  Pages 22 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Kırılganlık geriatrik olgularda tekrarlayan düşmeler, kırıklar, günlük yaşam aktivitelerinde kısıtlılık, kognitif yetersizlik, hastaneye yatış, bakım evine yerleştirilme ve ölüm oranlarında artış ile ilişkilidir. Etyolojide malnutrisyonun en önemli faktörlerden biri olmasına rağmen, mikronütrientlerin rolü net değildir. Bu çalışmanın amacı, geriatrik olgularda çok sayıda geriatrik sendromla ilişkisi olduğu gösterilmiş olan vitamin B12’nin kırılganlık ile ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Geriatri kliniğine ayaktan başvuran ve ayrıntılı geriatrik değerlendirme yapılan 335 hasta çalışmaya dahil edildi ve tüm hastalar kırılganlık için hem FRAİL hem de FRİED kriterleri ile değerlendirildi. Serum vitamin B12 düzeyi 400 pg/ml’nin altı vitamin B12 eksikliği olarak kabul edilmiştir.
BULGULAR: 335 hastadan 88‘ine (%26,3) kırılgan, 156’sına (%46,6) kırılganlık adayı tanısı koyulmuş ve kontrol grubu da 91 (%27,2) kişi olarak saptanmıştır. Her üç grup karşılaştırıldığında kırılgan olan grupta yaş ortalamasının yüksek, eğitim düzeylerinin düşük olduğu saptandı (p<0,001); üriner inkontinans, denge bozukluğu, tekrarlayan düşme, uyku bozukluğu, unutkanlık, kronik ağrı ve konstipasyon yakınmasının daha sık olduğu görüldü (p<0,05). Gruplar arasında albümin ve 25-Hidroksi vitamin D düzeyleri kırılganlık arttıkça azalmaktaydı (p<0,05), ancak vitamin B12 düzeyi açısından fark yoktu (p>0,05). Hastalar vitamin B12 düzeyi 400 pg/ml’nin altında ve üstünde olanlar şeklinde iki gruba ayrılıp; hem Frail ve Fried kriterlerinin alt parametreleri açısından karşılaştırıldığında, hem de bu kriterlere göre kırılganlık durumlarına bakıldığında gruplar arasında anlamlı fark görülmedi (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgular, vitamin B12 eksikliğinin geriatrik olgularda kırılganlıkla ilişkili olmadığını göstermektedir. Ancak, bu ilişkinin net olarak aydınlatılabilmesi için, longitudinal çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
INTRODUCTION: Frailty is associated with recurrent falls, fractures, limitation of daily living activities, cognitive impairment, increase in hospitalization, placement in nursing home, and mortality rate in older adults. Although malnutrition is one of the most important etiological factors, role of micronutrients is unclear. The aim of this study was to investigate association between frailty and vitamin B12, which has been demonstrated to be related to numerous geriatric syndromes.
METHODS: Total of 335 patients who presented at geriatric outpatient clinic and underwent comprehensive geriatric assessment were included in this study. All patients were evaluated with both Fatigue, Resistance, Ambulation, Illnesses, and Loss of Weight (FRAIL) scale and Fried criteria for frailty. Vitamin B12 deficiency was defined as serum vitamin B12 level of less than 400 pg/mL.
RESULTS: In total of 335 patients, 88 (26.3%) were assessed as frail, 156 (46.6%) were prefrail, and 91 (27.2%) were robust. When the 3 groups were compared, it was found that patients in frail group had highest average age and lowest education level (p<0.001) and that complaints of urinary incontinence, balance disorders, recurrent falls, sleep disorders, amnesia, chronic pain, and constipation were more frequent in this group (p<0.05). Albumin and 25-hydroxy vitamin D levels decreased as frailty level increased (p<0.05), but no association between vitamin B12 levels and frailty was found. Patients were divided into 2 groups: vitamin B12 level above and below 400 pg/mL. Groups were then compared in terms of subparameters of both the FRAIL and Fried criteria, and no significant difference between groups was found (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Results of this study determined no association between vitamin B12 level and frailty in geriatric population; however, longitudinal studies are needed to clarify relationship.

5.The effects of training inpatients and their relatives about infection control measures and subsequent rate of infection
Funda Öztürkan Erdek, Çiler Keleş Gözütok, Yeliz Doğan Merih, Ayşegül Alioğulları
PMID: 28752139  PMCID: PMC5530154  doi: 10.14744/nci.2016.40316  Pages 29 - 35
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık hizmetleri ilişkili enfeksiyonlar tüm sağlık kuruluşlarının en önemli sorunlarından biridir. Çalışma hastanenin kadın doğum kliniklerinde yatarak tedavi gören hasta ve hasta yakınlarına verilen enfeksiyon kontrol önlemleri eğitimin enfeksiyon kontrol önlemlerine ve enfeksiyon oranlarına etkisinin değerlendirilmesi amacı ile gerçekleştirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma bir kamu hastanesinin kadın doğum kliniklerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışma örneklemini ebe ve hemşire, yatarak tedavi gören hasta ve hasta yakını oluşturmuştur. Hasta ve yakınlarına herhangi bir bilgilendirme yapılmadan 16 soruluk veri toplama formu uygulanmıştır. Enfeksiyon hemşireleri tarafından eğitim verilip tekrar anket uygulanmıştır. Ebe ve hemşirelere, hastaların enfeksiyon kontrol önlemlerine uyumunun değerlendirilmesi amacıyla 18 soruluk anket uygulanmıştır. Veriler SPSS paket programında sayı, yüzdelik ve T-testi ile analiz edilmiştir.
BULGULAR: Hasta ve yakınlarına uygulanan ankete göre eğitim öncesi ortalama bilgi düzeyi puanı 20,07±46,76 eğitim sonrası ortalama bilgi düzeyi puanı 96,36±11,85’dır. Bu çalışmada hasta ve hasta yakınlarına enfeksiyon kontrol önlemleri ile ilgili verilen eğitimin bilgi düzeyi artışında etkin olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Hasta ve yakınlarına verilen eğitim sonrası hemşire ve ebelerin görüşlerine bakıldığında, %87.5’inin enfeksiyon kontrol önlemleri ile ilgili eğitim verilmesinin tedavi ve bakım sürelerini kolaylaştıracağını belirtmişlerdir. Ebe ve hemşirelerin %95.9’u hasta ve yakınlarına verilen eğitimin enfeksiyon kontrol önlemleri uyumuna katkı sağladığını düşünmektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalara ve yakınlarına düzenli yapılacak enfeksiyon kontrol önlemleri eğitiminin sağlık hizmetleri ilişkili enfeksiyonları önlenmesinde ve enfeksiyon oranlarının iyileştirilmesinde etkin olacağı düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Healthcare-associated infections are one of the most important problems of all health institutions. This study was conducted to evaluate results of training about infection control measures provided to patients treated and hospitalized in clinics of obstetrics and gynecology, and to their relatives, as well as subsequent effect on infection rate.
METHODS: The study was conducted in clinics of obstetrics and gynecology of a state hospital. Study group comprised midwives and nursing staff, and inpatients and their relatives. Survey made up of 16 questions was administered to patients and relatives before and after training provided by infection nurses. Survey with 18 questions was administered to midwives/nurses to evaluate compliance of patients and relatives with infection control measures. Study data were analyzed using statistical analysis software and findings were evaluated as numbers and percentages using Student’s t-test.
RESULTS: According to survey of patients and relatives, mean knowledge level score before and after training was 20.07±46.76 and 96.36±11.85, respectively. Results indicated that training about infection control measures was effective at increasing knowledge level and compliance of patients and their relatives (p<0.05). Of the total, 87.5% of midwives/nurses stated that educating patients and relatives about infection control measures facilitated treatment and healthcare processes. In all, 95.9% of midwives/nurses thought that such education contributed to observance of infection control measures by patients and relatives.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is thought that regular education about infection control measures provided to patients and relatives would have positive effect and reduce incidence rate of healthcare-associated infection.

6.Neutrophil gelatinase-associated lipocalin reflects the severity of anemia without iron deficiency and secondary hyperparathyroidism in hemodialysis patients
Irem Pembegul Yigit, Ramazan Ulu, Nevzat Gozel, Hulya Taskapan, Necip Ilhan, Ayhan Dogukan
PMID: 28752141  PMCID: PMC5530155  doi: 10.14744/nci.2017.59002  Pages 36 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Sekonder hiperparatiroidizm (SHPT) ve anemi hemodiyaliz hastalarında en sık karşılaşılan temel komplikasyonlardır. NGAL hemodiyaliz (HD) hastalarında demir eksikliğini ve demir tedavisini değerlendirmekte kullanılan yeni bir belirteçdir. Bu çalışmanın amacı demir eksikliği olmaksızın SHPT’i olan kronik HD hastalarında anemi ve NGAL seviyeleri arasındaki ilşkiyi incelemektir
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kronik HD programında olan 61 hasta çalışmaya alındı ve üç gruba ayrıldı: Hafif SHPT grubu (n=17), orta derecede SHPT grubu (n=21) ve ağır SHPT grubu (n=23). Tüm gruplarda hemogram, biyokimyasal testler, ferritin, hs-CRP ve NGAL değerlendirildi
BULGULAR: Orta ve hafif düzeyde SHPT’si olan gruplarla karşılaştırıldığında ağır SHPT grubunda serum NGAL düzeyleri belirgin olarak yüksek iken hemoglobin değerleri belirgin olarak düşüktü. Ayrıca, tüm HD hastalarında serum NGAL düzeyleri, PTH ve hs-CRP düzeyleri ile anlamlı pozitif korelasyon gösterirken (r: 0.79, p: 0.00 ve r: 0.52, p: 0.01) serum Hb düzeyleri ile negative korelasyon gösterdi (r: - 0.56, p: 0.00).
TARTIŞMA ve SONUÇ: SHPT HD hastalarında anemiyi etkileyebilecek önemli bir faktördür. SHPT hastalarında demir eksikliği olmadığında dahi Hb ile NGAL arasında negatif bir korelasyon olduğunu bulduk.
INTRODUCTION: Secondary hyperparathyroidism (SHPT) and anemia are the primary and most common complications in patients receiving hemodialysis (HD). Neutrophil gelatinase-associated lipocalin (NGAL) is a new marker to assess iron deficiency and manage iron therapy for HD patients. The aim of this study was to determine any association between serum NGAL level and anemia without iron deficiency in patients with SHPT on chronic HD.
METHODS: Total of 61 SHPT patients on chronic HD were enrolled in the study and divided into 3 groups: mild SHPT group (n=17), moderate SHPT group (n=21), and severe SHPT group (n=23). Hemogram, biochemical assays, and level of ferritin, high sensitivity C-reactive protein (hs-CRP), and NGAL were evaluated in all groups.
RESULTS: Serum NGAL level was significantly higher and hemoglobin (Hb) level was significantly lower in severe SHPT patients compared with both mild and moderate SHPT patients. Furthermore, in severe SHPT group, serum NGAL level was significantly positively correlated with serum parathyroid hormone (r=0.79; p=0.00) and hs-CRP (r=0.52; p=0.01) level and negatively correlated with serum Hb (r=-0.56; p=0.00) level.
DISCUSSION AND CONCLUSION: SHPT was important factor affecting anemia in HD patients. Even when iron deficiency anemia is excluded in patients with SHPT, there was significant negative correlation between serum NGAL and Hb.

7.Clinical features of the patient with multiple primary tumors: Single center experience
Ali Gökyer, Osman Köstek, Muhammet Bekir Hacioğlu, Bülent Erdoğan, Hilmi Kodaz, Esma Türkmen, İlhan Hacıbekiroğlu, Sernaz Uzunoğlu, İrfan Çiçin
PMID: 28752142  PMCID: PMC5530157  doi: 10.14744/nci.2017.67044  Pages 43 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Çoklu primer tümörler, aynı hastada eş veya farklı zamanlarda birbirinden farklı olarak gelişen tümörlerdir. Çoklu primer tümörler genel olarak iki grupta incelenir. İkinci tümör ilk tümör tanısından 6 ay sonra saptanırsa metakron, 6 ay içinde saptanırsa senkron tümör olarak isimlendirilir. Tümörlerin histolojik olarak malign olduğu ispat edilmelidir. İki tümör arasında en az 2 cm sağlam doku olmalı eğer aynı lokalizasyonda ise aralarında en az 5 yıl zaman geçmelidir. Metastatik hastalık ekarte edilmelidir. Bu çalışmadaki amacımız Trakya Üniversitesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı’nda izlenen, tedavi ve takibi yapılan çoklu primer tümörlü hastaların klinik, demografik ve patolojik özelliklerini gözden geçirmek, prevelansını saptamak, literatür bulguları ile karşılaştırmak ve çoklu primer tümörlere yaklaşımımızı değerlendirmek ve iyileştirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 2005 ile 2015 yılları arasında çoklu primer tanısı almış 170 hasta dahil edildi. Hastaların verilerine patoloji raporlarından ve hasta dosya kayıtlarından ulaşıldı.
BULGULAR: Merkezimizideki çoklu primer tümörler metakron tümör ağırlıktaydı. Erkek hastaların sayısı kadınlardan fazla tespit edildi. Senkron tümörlerde iki tümör arasındaki ortanca süre 3 ay iken metakron tümörlerde 26 ay olarak saptandı. En çok birliktelik gösteren senkron tümörler akciğer-larenks ve akciğer-kolon iken metakron tümörler akciğer-mesane, akciğer-larenks, meme-endometrium ve meme-kolon idi. Sigara ve alkol hikayesi erkek hastalarda ve senkron tümörlerde daha yüksek saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Birinci tümörün metastatik evrede olması ve ikincil tümörün senkron olarak eşlik etmesi kötü prognostik faktör olarak saptandı. Birinci tümörün tedavisi, sigara öyküsü, squamöz hücre histolojisi ve erkek cinsiyet istatistiksel anlamlı olmasa da sağ kalımı olumsuz etkileyen diğer faktörler arasında yer aldı.
INTRODUCTION: Multiple primary tumors are the ones that develop in the same patient at the same or different times. They are usually examined under two groups. If the second tumor is diagnosed 6 months after the first tumor is diagnosed, it is named as metachronous tumor. If it is diagnosed in 6 months after the first diagnosis, it is called as synchronous tumor. The malignancy of tumors should be proved histologically. At least 2 cm of solid tissue should be present between two tumors. If they are at localized at the same place, a gap of at least 5 years should be present between them. Metastatic disease should be eliminated.This study aimedto review the clinical, demographic, and pathological features of multiple primary tumors, detect the prevalence, compare the results with literature findings, and evaluate and improve the approach to multiple primary tumors.
METHODS: A total of 170 patients diagnosed with multiple primary tumors were included in this study. Patient data were obtained from pathology and medical reports of the patients.
RESULTS: Most of the multiple primary tumors were metachronous. The number of male patients was more than that of female patients. The median time between double tumors was 3 monthsforsynchronous tumorsand 26 months for metachronous tumors. Synchronous tumors with the highest prevalence of comorbidity were lung–larynx and lung–colon, whereas metachronous tumors with the highest prevalence of comorbidity were lung–bladder, lung–larynx, breast–endometrium, and breast–colon. The history of smoking and alcohol was found to be higher in male patients andsynchronous tumors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The detection of the first tumor in the metastatic stage and an accompanying synchronous secondary tumor was found to be a poor prognostic factor. The treatment of the first tumor, smoking, squamous cell histology, and male gender were among the other factors negatively affecting survival,although they were not statistically significant.

8.The effects of pre-obesity on quality of life, disease activity, and functional status in patients with ankylosing spondylitis
Şeyma Toy, Davut Özbağ, Zühal Altay
PMID: 28752143  PMCID: PMC5530158  doi: 10.14744/nci.2017.27122  Pages 52 - 59
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı ankilozan spondilitli (AS) hastalarda preobezitenin hastalığın klinik karakterine ve hastanın yaşam kalitesine etkilerini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 28 AS'li hasta (20 erkek, 8 kadın; yaş ortalaması 40), ve yaş-cinasiyet açısından eşleşmiş 30 sağlıklı birey( 18 erkek, 12 kadın yaş ortalaması 43) kontrol grubu için seçilmiştir. hasta ve kontrol grubunda herhangi bir sistemik inflamatuar hastalığı olan, kognitif ve mental problemi olanlar çalışmadan çıkarılmıştır. Hastalık aktivitesi ve fonksiyonel kapasite Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivitesi İndeksi ve Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel İndeksi ile değerlendirilmiştir. Her iki grubun yaşam kalitesi Kısa Form-36 ile değerlendirilirken AS'li gruba Ankilozan Spondilit Yaşam Kalitesi İndeksi de uygulanmıştır.
BULGULAR: Sosyodemografik özellikler açısından sağlıklı ve hasta grup arasında herhangi bir farklılık bulunmamaktadır (p>0.05). Kontrol grubuna göre AS'li hastaların yaşam kalitesi anlamlı şekilde düşüktür. Fonksiyonel kapasitedeki zayıflık vücut kitle indeksi artışıyla anlamlı pozitif ilişki içerisindedir (p=0,024). Hastalık aktivitesi kadınlarda anlamlı yüksek olarak belirlenmiştir (p=0,011).
TARTIŞMA ve SONUÇ: AS'li hastalarda artan vücut kitle indeksi yaşam kalitesi, hastalık aktivitesi ve fonksiyonel kapasiteyi etkileyen önemli bir faktör olarak görülmektedir. Multidisipliner rehabilitasyon programları hastanın yaşam kalitesinin düzelmesine katkı sağlayacaktır.
INTRODUCTION: This study was an investigation of effects of pre-obesity on clinical characteristics and quality of life in patients with ankylosing spondylitis (AS).
METHODS: Total of 28 AS patients and 30 age- and sex-matched healthy controls were included in the study. Patients and controls with any systemic inflammatory disease and/or cognitive and mental problems were excluded. Disease activity and functional capacity were measured using the Bath Ankylosing Spondylitis Disease Activity Index and Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index. For quality of life assessment, 36-Item Short Form Health Survey was used in both groups, and AS group also responded to Ankylosing Spondylitis Quality of Life questionnaire.
RESULTS: There was no significant difference in sociodemographic characteristics between AS patients and healthy controls (p>0.05). Mean quality of life scores were significantly lower in the pre-obese AS patients compared with controls (p<0.05). Functional capacity was positively and significantly associated with body mass index (BMI) (p=0.024) and disease activity was significantly associated with female gender (p=0.011).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Increased BMI in patients with AS is factor that affects quality of life, disease activity, and functional capacity. Multidisciplinary rehabilitation programs will support improved quality of life for pre-obese patients with AS.

9.Is there any relationship between low PAPP-A levels and measures of umbilical vein and placental thickness during first trimester of pregnancy?
Gulsum Uysal, Sadan Tutus, Fulya Cagli, Cevdet Adiguzel
PMID: 28752144  PMCID: PMC5530159  doi: 10.14744/nci.2017.26121  Pages 60 - 65
GİRİŞ ve AMAÇ: Amacımız gebeliğin 11 ile 14. haftaları arasında umblikal kord çapı, umblikal ven çapı ve plasental kalınlık ile PAPP-A değerlerinin arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 11-14. gebelik haftaları arasında 246 gebelik dahil edilmiştir. Hastaların nukal translusensi (NT) ve baş popo mesafesi ölçümü sırasında umblikal kord çapı, umblikal ven çapı ve plasental kalınlıkları ölçülmüştür. Eş zamanlı PAPP-A düzeylerine bakılmıştır. PAPP-A 0.44MoM ‘dan düşük olanlar (< 10 persentil) 1. Grubu, PAPP-A 0.44MoM ‘dan büyük olanlar (>10 persentil) 2. Grubu oluşturmaktadır. Tüm hastaların doğumdaki gebelik haftaları ve fetal ağırlıkları da kaydedilmiştir. Ultrason incelemesi sırasında serbest halka halindeki umbilikal kord belirlenerek kord çapı dıştan dışa ölçülmüştür. Umbilikal ven çapı ise venin duvarları arasındaki en geniş mesafe içten içe ölçülerek bulunmuştur. Plasentanın en kalın bölgesi dikey olarak ölçülüp plasental kalınlık olarak kaydedilmiştir.
BULGULAR: İnce umblikal kord çapı (<4.5mm±0.6) düşük PAPP-A düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur (P=0.02). Gruplar arasında umbilikal ven çapı ve plasental kalınlık açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır. Grupların gebelik haftaları, NT düzeyleri benzerdir. 1. Gruptaki fetal doğum ağırlıkları anlamlı olarak daha düşüktür (p=0.03)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük PAPP-A seviyelerinin kötü obstetrik sonuçlarla ilişkili olduğu bilinmektedir. Sonuçlarımızdaki düşük PAPP-A değerleri ile ince kord kalınlığı arasındaki ilişkinin, ileri anne yaşı ve kötü obstetrik öykünün neden olduğu plasental hasarlanmaya bağlı olabileceği düşünüldü.
Tarama testlerinde PAPP-A MoM değerleri düşük bulunan gebelerin daha yakından takip edilmesini ve rutin taramada yeri olmayan umbilikal kordun ultrasonografik olarak incelenmesini önermekteyiz. Anne ile bebek arasında köprü görevi gören umbilikal kord ilk trimesterde de görülebilir ve gebeliğin ilerleyen haftaları hakkında bize erken ipuçları verebilir.

INTRODUCTION: Low pregnancy-associated plasma protein A (PAPP-A) level is associated with adverse perinatal outcomes. The purpose of this study was to evaluate relationship between umbilical cord diameter (UCD), umbilical vein and artery diameters (UVD, UAD), placental thickness, and PAPP-A level at gestational age of between 11 and 14 weeks.
METHODS: UCD, UVD, UAD, and placental thickness of 246 women were assessed during ultrasound examination at between 11 and 14 weeks of gestation, as well as measurement of nuchal translucency (NT) and crown-rump length (CRL). Patients were divided into 2 groups according to PAPP-A percentile. Group 1 comprised 23 patients who had low PAPP-A (<0.44 multiple of medians [MoM], <10th percentile) and Group 2 was made up of 223 patients with PAPP-A of >0.44 MoM, >10th percentile. Calipers used for measurement were placed inner edge to inner edge of echogenic boundaries of the vessel. Largest sections of all vessels (UV and both arteries) were evaluated. Thickest part of the placenta was used for placental thickness measurement.
RESULTS: Narrow UCD (<4.5±0.6 mm) was associated with low PAPP-A level (p=0.02). There was no significant difference in UVD, UAD, or placental thickness between groups. There was no significant difference in gestational age, CRL, or NT between groups. Fetal birth weight was significantly lower in Group 1 (p=0.03).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Closer attention to women with low-risk, healthy pregnancies and low PAPP-A level in first trimester screening results is recommended. They should be routinely screened for background medical risk factors and umbilical cord morphology in first trimester scan.

10.Increased levels of red cell distribution width is correlated with presence of left atrial stasis in patients with non-valvular atrial fibrillation
Adnan Kaya, Ceyhan Tukkan, Ahmet Taha Alper, Baris Gungor, Kazim Serhan Ozcan, Mustafa Adem Tatlisu, Ahmet Ilker Tekkesin, Fatma Ozpamuk Karadeniz, Gulay Gok, Osman Kayapinar
PMID: 28752145  PMCID: PMC5530160  doi: 10.14744/nci.2017.72324  Pages 66 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: Kırmızı hücre dağılım genişliği ve nötrofil ile lenfosit oranı kapak dışı atrial fibrilasyon (AF) ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili bulunmuştur. Bununla birlikte, kapak dışı AF’li hastalarda bu parametrelerin sol atrial thrombus varlığı ve/veya spontan eko kontrast korelasyonu açıklığa kavuşmamıştır. Bu çalişmada, Türk populasyonunda kapak dışı AF hastalarında RDW, NLR, klinik değişkenler ile sol atrial trombus varlığı ve yoğun spontan eko kontrast korelasyonunu inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Doğru akım kardiyo-versiyonu veya AF ablasyon tedavileri öncesinde transözefajiyal ekokardiyografi (TEE) muayenesi yapılan 619 kapak dışı AF hastasının demografik, labaratuvar ve ekokardiografi özellikleri geçmişe dönük araştırıldı. TEE incelemesinden 6-12 saat önce tam kan sayımı ve biyokimyasal parametreler çalışıldı. Sol atrial staz belirteçleri, sol atriyal/ sol atriyal apendiks trombozu veya yoğun spontan eko kontrast varlığı olarak tanımlandı.
BULGULAR: Üçyüz yirmi beş (%52) sol atrial stazisli hasta 294 sol atrial stazisi olmayan hasta ile karşılaştırıldı. Sol atrial staz grubunun 274 (%84)’ ünde trombüs varken, 51 (%16)’ inde yogun spontan eko kontrast saptandı. Sol atrial staz grubunun kırmızı hücre dağilim genişliği(14.85 ± 1.48 vs., 13.77± 1.30, p <0.01), nötrofil ile lenfosit oranı 2.38 [1.58], vs., 2.10 [1.35], p <0.01), ve CRP (0.95 [0.61] vs. 0.88 [0.60] mg/L, p <0.01) düzeyleri sol atrial staz olmayan guruba göre anlamlı derecede yüksekti. Çok regresyon analizinde, yükselmiş kırmızı hücre dağılım genişliği, yaş, erkek cinsiyet, kalp yetmezliği, AF süresinin 6 aydan fazla olması ve INR’nin 2 den az olması bağimsız olarak sol atrial staz ile korele idi
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız artmış kırmızı hücre dağılım genişliği düzeylerinin kapak dışı AF’si olan hastalarda sol atriyal staz gelişimi için daha yüksek risk ile ilişkili olduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: Red cell distribution width (RDW) and neutrophil to lymphocyte ratio (NLR) have been found to be associated with non-valvular atrial fibrillation (AF) and cardiovascular diseases. However, correlation of these parameters with presence of left atrial (LA) thrombus and/or spontaneous echo contrast (SEC) in patients with non-valvular AF has not been clarified. This study was an investigation of correlation of RDW, NLR, and clinical risk factors with LA thrombus and dense SEC in patients with non-valvular AF in the Turkish population.
METHODS: The demographic, laboratory, and echocardiographic properties of 619 non-valvular AF patients who underwent transesophageal echocardiography (TEE) examination before direct current cardioversion (DCCV) or AF ablation treatment were retrospectively investigated. Complete blood count (CBC) and biochemical parameters were studied 6 to 12 hours before TEE examination. Left atrial stasis (LAS) markers were noted as presence of left atrial/left atrial appendage (LA/LAA) thrombus or dense spontaneous echo contrast (DSEC).
RESULTS: Total of 325 (52%) patients with LAS were compared with 294 patients (48%) without LAS. In the LAS group, there were 274 (84%) patients with LA/LAA thrombus and 51 (16%) patients with DSEC. LAS (+) group, values for RDW (14.85±1.48 vs. 13.77±1.30; p<0.01), NLR (2.38 [1.58], vs. 2.10 [1.35]; p<0.01) and C-reactive protein (0.95 [0.61] vs. 0.88 [0.60] mg/L; p<0.01) were significantly higher than seen in LAS (-) group. In multivariate regression analysis, increased level of RDW, age, male gender, heart failure, duration of AF >6 months, and international normalized ratio <2 were independently correlated with presence of LAS.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study indicated that increased level of RDW is independently correlated with higher risk for development of LAS in patients with non-valvular AF.

11.Acute biliary pancreatitis in cholecystectomised patients
Fatih Çiftçi, Turgut Anuk
PMID: 28752146  PMCID: PMC5530161  doi: 10.14744/nci.2017.08108  Pages 73 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışma amacımız kolesistektomi sonrası akut biliyer pankreatit gelişen hastaların incelenip tedavilerini irdelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Öncesinde kolesistektomi uygulanmış akut biliyer pankreatit tanılı 44 hasta retrospektif araştırıldı. Hastaların demografik özellikleri, hastalığın şiddeti, uygulanan ameliyat, hastanede yatış zamanı, mortalite sayısı, kolesistektomiden sonra geçen süre, endoskopik sfinkterotomi (ES) yapılıp yapılmadığı, endoskopik retrograd kolanjiyopankreotografi (ERCP) uygulamaları kayıt altına alındı.
BULGULAR: Kırkdört hastanın kadın erkek oranı 28/16 ve yaş ortalaması 60.14±16.4 (20-85) yıldı. Postkolesistektomi sonrası geçen zaman ortalama 80.6 (5-230) ay’dı. ERCP ile 8 Hastada etken bulunamazken, 36 hastada koledok kanalından taş ve çamur tespit edildi. Otuz altı hastanın 32'sin de taş ekstraksiyonu ve ES yapılarak başarılı bir şekilde tedavi edilirken, 4 hastada ERCP başarılı olamadı. Koledokta taş bulunupta ekstraksiyon yapılamayan 4 hastanın 3'üne konservatif cerrahi ile koledok eksplorasyonu uygulandı. Hastanede ortalama kalış süresi mortalite gelişen hasta hariç 7.5±2.5 gün idi. Hastalardan bir tanesinde mortalite gelişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Daha öncesinde kolesistektomi geçirmiş kişilerde safra kanalı taşlarının bazıları klinik bulgu vermeden uzun zaman subklinik seyredebilir. Fakat bazısı ise aylar-yıllar içerisinde potansiyel olarak mortal seyreden akut pankreatit etyolojisinde rol oynar. Standart tedavi yöntemi ERCP ve ES’dir. Başarısız ERCP ve ES uygulanan hastalar için laparoskopik ve açık cerrahi ile koledok eksplorasyonu uygun tedavi seçeneği olabilir..
INTRODUCTION: The present study is an evaluation of cases of acute biliary pancreatitis that developed subsequent to cholecystectomy.
METHODS: Total of 44 patients were assessed in this retrospective study. Demographic characteristics, severity of illness, time elapsed between cholecystectomy and development of pancreatitis, whether endoscopic sphincterotomy (ES) was performed, surgical procedure used, duration of hospitalization, and mortality data were recorded.
RESULTS: Mean age of all patients was 60.14±16.4 years (range: 20–85 years), and female: male ratio was 28: 16. Mean length of time elapsed between cholecystectomy and development of acute pancreatitis was 80.6 months (range: 5–230 months). Gallstones and biliary sand were found in the choledochi of 36 patients upon endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP), but not observed in the remaining 8 patients. ES was performed and material was extracted in 32 of the 36 patients, but stone extraction was unsuccessful in 4 cases; 3 patients underwent open surgery with choledochus exploration and 1 patient died. Excluding this patient, mean duration of hospitalization was 7.5±2.5 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Stones in bile ducts may remain asymptomatic for long periods after cholecystectomy. However, some stones trigger acute pancreatitis months or years after cholecystectomy, causing risk of mortality. ERCP and ES are the standard treatments. If these are unsuccessful, the choledochus may be explored via open or laparoscopic surgery.

ORIGINAL IMAGES
12.Giant neglected Bowen’s disease lesion treated successfully with topical 5-fluorouracil
Emin Ozlu, Ragıp Ertas, Kemal Ozyurt, Yucel Tekin, Mustafa Atasoy
PMID: 28752147  PMCID: PMC5530162  doi: 10.14744/nci.2017.77598  Page 77
Bowen hastalığı karsinoma in situ olarak ta bilinen intraepidermal skuamöz hücreli karsinom tipidir. Topikal 5-florourasil, lokal sitotoksik etkiye sahiptir ve birçok dermatolojik hastalığın tedavisinde başarıyla kullanılmaktadır. Altmışiki yaşında erkek hasta gövdede 7 yıldan beri var olan dev plak lezyon ile kliniğimize başvurdu.
Bowen’s disease is a type of intraepidermal squamous cell carcinoma also known as carcinoma in situ. Topical 5-fluorouracil (5-FU) possesses local cytotoxic effects and it is successfully used in the treatment of many dermatologic disorders. A 62-year-old male patient presented to our clinic complaining of giant plaque lesion localized in the trunk for seven years.

CASE REPORT
13.A condition that should be kept in mind in incarcerated hernia: Amyand’s hernia
Mehmet Buğra Bozan, Fatih Mehmet Yazar, Fatih Erol, Evrim Gül, Ömer Doğan Alataş
PMID: 28752148  PMCID: PMC5530163  doi: 10.14744/nci.2015.87609  Pages 78 - 80
İnguinal hernilerin bir komplikasyonu olan inkarserasyon acil serviste karşımıza çıkabilen bir patolojidir. Genellikle fıtık kesesi içerisinde omentum ve barsaklar izlenmesine rağmen bazen farklı organlar da izlenebilmektedir (Apendiks, Meckel Divertikülü gibi). Bu nedenle inkarsere hernilerde untulmaması gereken Amyand Herni (Apendiks dokusunun fıtık kesesi içerisinde olması) olgumuzu sizlerle paylaştık.
As a complication of inguinal hernia, incarcerations are often seen in emergency services. Incarceration is an acute complication of inguinal hernia presenting as surgical emergency. The sac of inguinal hernia most frequently contains omentum and intestine but sometimes organs such as appendix and Meckel’s diverticulum can also be seen in the hernial sac. We present a case of Amyand’s hernia containing appendix in the incarcerated herniated sac.

14.Systemic juvenile idiopathic arthritis as a fever of unknown origin
Çiğdem Hardal, Müferet Ergüven, Zuhal Aydan Sağlam
PMID: 28752149  PMCID: PMC5530164  doi: 10.14744/nci.2016.07769  Pages 81 - 84
Sistemik Jüvenil İdyopatik Artrit (JİA),sebebi bilinmeyen ve nadir görülen bir inflamatuar hastalıktır. Aynı zamanda sebebi bilinmeyen ateşin de önde gelen nedenlerinden biridir. Tanı infeksiyon, malignite ve romatolojik hastalıkların dışlanmasıyla konur. Bu yazıda yaklaşık 3 haftadır devam eden intermitant ateşleri, vücudunda kızarıklık, kaşıntı, sağ ve sol ayak bileğinde şişlik, kızarıklık ve ağrı şikayetiyle tarafımıza başvuran beş yaşında bir hasta sunulmaktadır. Hastada malignite ekarte edilmiş ve bir çok enfeksiyon ajanının serolojisi negatif bulunmuştur. İntermitant ateşlerin varlığı, negatif romatolojik markerler ve negatif seroloji bulunması nedeniyle Sistemik JİA tanısı konulmuştur. Prednizolon ve metotreksat tedavisi ile hastada klinik yanıt alınmıştır. Sonuç olarak Sistemik JİA’in tanısı zordur ve diğer hastalıkların dışlanmasıyla konur.
Juvenile idiopathic arthritis (JIA) is a rare inflammation with still unidentified cause. It can also be cause of fever of unknown origin. Diagnosis is made by eliminating infection, malignancy, and rheumatological diseases. In this report, case of a 5-year-old patient with symptoms of intermittent fever, areas of rash on the body, itching, and swelling, redness, and pain in the right and left ankle is described. Serological test results were negative for infectious agents, and malignancy was excluded. Patient was diagnosed with systemic JIA associated with intermittent fever, negative rheumatological markers and negative serology test results. Treatment with methylprednisolone and methotrexate yielded positive clinical response. Diagnosis of systemic JIA can be challenging, and must be made by eliminating other diseases.

15.Priapism associated with the addition of risperidone to methylphenidate monotherapy: a case report
Hatice Ünver, Nursu Çakın Memik, Emrah Şimşek
PMID: 28752150  PMCID: PMC5530165  doi: 10.14744/nci.2015.82574  Pages 85 - 88
Priapizm, cinsel uyarı veya cinsel istek olmaksızın meydana gelen, uzamış ve istenmeyen ereksiyon halidir. Priapizm birçok tıbbi hastalıkta meydana gelebileceği gibi bazı ilaçların yan etkisi olarak da gelişebilmektedir. Priapizm için hızlı tanı ve tedavi gereklidir. Priapizm tedavisinde gecikme olursa kavernöz dokulardaki iskemi erektil disfonksiyona neden olabilmektedir. Bu yazıda metilfenidat monoterapisine risperidon eklenmesi ile 12 yaşındaki bir olguda meydana gelen priapizmden söz edilmektedir. İlaç tedavisinin kesilmesi ve kavernöz drenaj uygulanmasının ardından priapizm azalarak kaybolmuştur. Metilfenidat tedavisine risperidon eklenmesiyle priapizm gelişmesine ait herhangi bir bildirim yazında bulunamamıştır. Bu olguyla birlikte sık kullanılan bu iki psikofarmakolojik ajanın priapizm meydana getirebileceğine dikkat çekilmek istenmiştir.
Priapism is a state of prolonged and unwanted erection without sexual stimulation or desire. Priapism may occur with a variety of diseases or as a side effect of medication. Immediate diagnosis and treatment is essential, as ischemia of cavernous tissues results in erectile dysfunction. Described in the present report is a 12-year-old male with priapism associated with the addition of risperidone to methylphenidate monotherapy. Priapism decreased and disappeared following discontinuation of drug therapy and implementation of cavernous drainage. To our knowledge, the present is the first report to describe priapism associated with the addition of risperidone to methylphenidate monotherapy. It is hoped that attention will be drawn to the risk of priapism caused by the combination of these psychopharmacologic agents.

16.Intra-articular lipoma of the knee joint located in the posterior compartment: A rare location
Müjdat Bankaoğlu, Özge Yapıcı Uğurlar, Meriç Uğurlar, Mesut Mehmet Sönmez, Osman Tuğrul Eren
PMID: 28752151  PMCID: PMC5530166  doi: 10.14744/nci.2016.03016  Pages 89 - 92
Bu olgu sunumunda 51 yaşında son bir yıldır özellikle sol diz tam fleksiyonda aralıklı sol diz ağrısı olan bir hastayı sunduk. Manyetik rezonans görüntülemede medial menisküste dejeneratif değişiklikler, medial femoral ve tibial kondillerde evre 2 kondral lezyonlar, hafif efüzyon ve arka kompartmanda sinoviyal değişikliklerle birlikte olmayan yuvarlak kitle görünümü mevcuttu. Bilgisayarlı tomografide lipomatöz lezyonla uyumlu olan homojen tutulumlu ve -99,4 ± 62,3 Hounsfield üniteli (HU) dansiteli kitle görünümü mevcuttu. Diz ekleminin arka kompartmanı soliter kitle lezyonları için genellikle nadir görülen bir bölgedir. Bildiğimiz kadarı ile bu olgu literatürde diz ekleminin arka kompartmanında, arka çapraz bağın arkasında yerleşimli olan ilk olgudur.
This report presents the case of a 51-year-old woman with intermittent left knee pain, especially during full flexion of the knee, which had been ongoing for 1 year. Magnetic resonance imaging (MRI) showed mild effusion and round mass at the posterior compartment without synovial changes. Computerized tomography (CT) indicated mass had homogeneous low attenuation and density measurement of -99.4±62.3 Hounsfield units (HU), correlated with a lipomatous lesion.

17.Foreign bodies in the rectum: 2 Case reports
Sezgin Zeren, Zülfü Bayhan, Mustafa Cem Algın, Metin Mestan, Ufuk Arslan
PMID: 28752152  PMCID: PMC5530167  doi: 10.14744/nci.2015.30592  Pages 93 - 96
Rektuma yabancı cisimlerin yerleştirilmesi klinikte nadir olarak karşımıza çıkmakta iken, son yıllarda büyük bir artış göstermektedir. Rektal yabancı cisimlerin ciddi komplikasyon yaratma riskinden dolayı bu hastalara yaklaşım ve tedavi süreci multidisipliner bir uygulama gerektirmektedir. Bizde kliniğimizde tedavi ettiğimiz 2 olgunun tedavi yönetimini sunduk.
Encountering a foreign object in the rectum is rare; however, the incidence has greatly increased in recent years. Treatment of these patients requires a multidisciplinary approach because this condition may have serious complications. Presently described is management of 2 cases of rectal foreign body treated in the clinic.

18.Iatrogenic Cushing’s syndrome caused by intranasal steroid use
Fatma Dursun, Heves Kırmızıbekmez
PMID: 28752153  PMCID: PMC5530168  doi: 10.14744/nci.2016.38981  Pages 97 - 99
Cushing sendromu ağızdan alınan steroidler ve topikal, inhaler steroidlerle sıklıkla görülmekle birlikte intranazal steroidlerle oldukça nadirdir. Burada 6 ay süreyle intranazal deksametazon kullanımı sonrası Cushing sendromu ve bunun sonucu adrenal yetmezlik gelişen 6 yaşında bir hasta sunulmuştur. Çocuk hekimleri ve diğer klinisyenler nazal bile olsa steroidin uzun süre ve yüksek dozda kullanılmasından kaçınmalıdır. Çünkü Cushing sendromu ve adrenal yetmezlik gibi hayatı tehdit eden komplikasyonlar gelişebilir.
Cushing’s syndrome (CS) is common after oral steroid use and has also been reported following topical or inhaled use, but it is extremely uncommon after intranasal administration. This is the case of a 6-year-old child who developed Cushing’s syndrome after intranasal application of dexamethasone sodium phosphate for a period of 6 months. Pediatricians and other clinical practitioners should be aware that high-dose and long-term nasal steroid administration may cause iatrogenic Cushing’s syndrome characterized by complications of glucocorticoid excess as well as serious and even life-threatening complications of adrenal insufficiency.

INVITED REVIEW
19.Epidemiology, pathophysiology, clinical evaluation, and treatment of carbon monoxide poisoning in child, infant, and fetus
Atilla Alp Gözübüyük, Hüseyin Dağ, Alper Kaçar, Yakup Karakurt, Vefik Arıca
PMID: 28752154  PMCID: PMC5530151  doi: 10.14744/nci.2017.49368  Pages 100 - 107
Karbonmonoksit (CO) zehirlenmesi tüm dünyada en sık ölüme neden olan zehirlenme türlerinden biridir. Ülkemizde özellikle kış aylarında soba, şofben sızıntısı ile ve çeşitli yangınlarda inhalasyon sonucu meydana gelir. Çoğu zehşrlenme kaza sonucu olsada özkıyım şeklinde zehirlernmelerde yaşanmaktadır. CO, hissedilmesi zor bir madde olduğu için maruz kalan kişide çoğu kez şikayetler ortaya çıkana kadar farkedilmeyen “sessiz öldürücü” bir gazdır. CO oksijenle (O2) yarışıp Karboksi Hemoglobin (COHb) oluşturarak doku hipoksisine yol açar. Ayrıca direkt etki ile hücresel hasar oluşturur. Acil servislere getirilen hastalarda en sık akut zehirlenme bulguları saptansada, 1 yılı bulan kronik etkiler görülebilir. Klinikte; tüm sistemleri etkilesede Santral Sinir Sistemi (SSS) ve Kardiyovasküler sistem bulguları ön plandadır. Vakalarda en sık halsizlik, baş dönmesi, baş ağrısı, bulantı, kusma gibi grip benzeri, özgül olmayan bulgular ve maruziyet şiddetine bağlı olarak nöbet, senkop, disritmi, saptanmaktadır. Gebelerde görece düşük COHb değerlerinde dahi fetus zarar görebilir. Yenidoğanlarda zehirlenme diğer yaş gruplarından daha şiddetlidir. Dikkatli bir anamnez ile kaynağın semptomlarla ilişkilendirilmesi ve hızla tedaviye geçilmesi gerekmektedir. Oksijen CO’in panzehiridir. Maske ile normobarik ya da özel cihazlarla hiperbarik olarak verilir. Bu derlemede CO zehirlenmesine ilişkin klinik veriler ve güncel tanı-tedavi yaklaşımlarına değinilmiştir.
Carbon monoxide (CO) poisoning is one of the most common types of poisoning causing death worldwide. In our country, it occurs particularly during winter as a result of leak from stove or water heater, or as result of inhalation during a fire. Although most poisonings occur accidentally, some cases are suicide attempt. As CO is a substance that is not visible and has no taste or smell and is therefore difficult to detect, the gas can be a “silent killer” that is not noticed until effects develop. CO reacts with oxygen, creating carboxy hemoglobin (COHb), which leads to tissue hypoxia. In addition, it has direct effect of causing cellular damage. Although symptoms of acute poisoning are most commonly observed in patients admitted to emergency rooms, effects of chronic exposure to CO can also seen. Clinically, although it affects all organ systems, involvement of central nervous system (CNS) and cardiovascular system is predominant. Most common poisoning symptoms are weakness, dizziness, headache, nausea, and nonspecific flu-like symptoms, like vomiting. Depending on severity of exposure, seizures, syncope, and arrhythmia may also be observed. In pregnant women, fetus can be harmed with relatively low level of COHb. Poisoning in infants has a more severe course than seen in other age groups. Symptoms must be associated with cause of poisoning, and careful anamnesis and treatment must be conducted quickly. Oxygen is the antidote for CO. It is administered through a mask in the form of normobaric oxygen therapy or through specific devices in the form of hyperbaric oxygen therapy. In this review, clinical data and current diagnostic and therapeutic approaches concerning CO poisoning are discussed.

LookUs & Online Makale